Kan naklinin hepatit, (Karaciğer iltihaplanması) bulaşıcı sanlık ve AIDS gibi istenmeyen yan tesirleri vardır. Bu sebeple kendi kendine kan verme fikri gittikçe önem kazanmaktadır. Buna "otolog transfüzyon" denir. Bu işlemde, genellikle kişi kanını plânlanmış ameliyattan 6 hafta önce verir. (Pre-donasyon. Pre = Önce, donasyon = vermek). New England Journal of Medicine dergisinin yakın zamanda yaptığı bir araştırmada, yalnızca 50 kişiden 1 kişinin bu yola başvurduğu öğrenilmiştir. Bu işi yapan kişilerin en az % 40'ı, daha sonra ameliyatta, verdiği kendi kanına ihtiyaç duyabilir. Doktorlar kişinin kendine kan vermesini yaklaşık 10 seneden beri desteklemiş ve tavsiye etmiş olmalarına rağmen, bu uygulama 1980'den itibaren AIDS korkusunun yayılmasından sonra yaygınlaşmaya başlamıştır.
1988'de otolog türde kan vermenin bütün kan nakillerinin %5'inden daha fazla olacağı tahmin edilmektedir. Aylar yada yıllar sonra âcil durumlarda kullanılmak üzere, belli vericilerden alınan kanların kan bankasında saklanması ve sizin için kullanılması da mümkündür.
Korku bir yana, AIDS artık kan nakillerinde önemli bir faktör değildir. Bankada bekletilmiş kandan AIDS bulaşma riski her 100.000 urite kanda 1 uriteden azdır.
Gerçek tehlike ise Non A —non B Hepatitidir . Birden fazla nakillerde bu risk onda birdir. Siroz, kronik hepatit ve ölüm meydana gelebilir. Bu enfeksiyonun virüsü bulunamamıştır ve herhangi bir tarama testi yoktur. Eğer kişi ilerde plânlanmış bir tarihte ameliyat olacaksa, önceden kan vermekle hepatit tehlikesinden kendini korumuş olur. (Tabii ki kendisinde non A-non B virüsü olmadığını varsayarak!) mesela tipik bir kalça replasman (değiştirilmesi) ameliyatında 4-6 urite kana ihtiyaç vardır. Bu kan 42 gün süreyle sıvı olarak (2-3 litre) saklanabilir. Sağlıklı bir kişi her hafta 1 urite kan verebilir. Dolayısıyla 6 haftada 6 urite kan vermiş olur. (Doktorlar kan verme aralığının en az on gün olması gerektiğini belirtirler)
Eğer âcil bir ameliyata ihtiyaç varsa, bir yol daha vardır: Hastada ameliyat sırasında kaybedilen kan tekrar hastaya verilir. Buna (Intra Operative Sal Vage) denir. Kan hastadan aspire edilir, yıkanır ve tekrar hastaya 9 dakikada 3 urite gidecek şekilde verilir.
Özet olarak; Kesinlikle gerek duymuyorsanız trarsfüzyon kanı almayınız, fakat ihtiyacınız varsa, EN İYİSİ KENDİ KANINIZDIR.
Dr. Mustafa AKYÜREK
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/kendinize-nasil-kan-verirsiniz.html
Popüler Yayınlar
-
Evlilikleri bitiren karşılıklı ilgisizlik, çiftlerin boşanma sebeplerinin başında geliyor. Zira iş dönüşü sıcak bir tebessüm bekleyen erk...
-
Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş döneminde medreseler ve Enderûn Mektebi'nin hâricinde iki tür özel okul bulunmaktaydı. Bunların bi...
-
Dünyada ne çok dünya var; ne çok ülke, kent, yol ve arzu… Yolların birleştiği kavşaklarda nereye gideceğini bilemeyen ne çok kafası karışık...
-
30 Mart yerel seçimleri sonuçları konusunda en isabetli oranlara ulaşan Gezici Araştırma Şirketi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesi bir ank...
-
Uzak Doğu kökenli olan yüz refleksolojisi, vücudun belli bölgelerinde toplanmış enerjiyi çözüyor ve bedenin kendi kendisini iyileştirme g...
14 Şubat 2013 Perşembe
13 Şubat 2013 Çarşamba
Banyodaki görünmez düşmanlarınız
Yalnızca temizlenmek maksadıyla değil, fiziksel ve zihinsel yorgunluğumuzu atmak için de duşa giriyoruz. Vakit geçirmekten hoşlandığımız bu ortam, kimi zaman sağlığımızı tehdit edebiliyor. Çünkü küvet, duşakabin ve duş başlığında oluşan mikroplar, hastalık saçıyor. Birkaç yöntemle banyonuzdaki gizli mikroplardan kurtulabilirsiniz.
DUŞ BAŞLIĞI ‘Mikrobakterium avium’ adlı bakteri, duş başlığındaki sıvı yüzeye yapışarak ince film tabakası oluşturur. Duşun altına girince ilk olarak yüzünü ıslatanlar, bu mikroba maruz kalır. Zararlı mikroplar, nefes alıp verme sırasında da akciğerin en derin yerlerine kadar ilerler ve akciğer iltihaplanmasına yol açar.
ÇÖZÜM Metal duş başlıkları plastiklere göre daha az bakteri barındırır. Bakterinin bulaşma riskini azaltmak için duşa girmeden önce su bir dakika akıtılmalı.
LAVABO GİDERLERİ Lavabo giderleri ‘fusarium’ adlı küflü mantarın en az bir türüne ev sahipliği yapar. Bu mantar, sinüs enfeksiyonları ve alerjik sinüzite sebep olur. Ayak tırnaklarında da hastalık oluşturur.
ÇÖZÜM Banyo iyi havalandırılmalı, rutubet azaltılmalı.
DİŞ FIRÇASI Islak diş fırçalarının kurutulmadan kapalı bir kutuda muhafaza edilmesi zararlı bakterilerin üremesine yol açar.
ÇÖZÜM Diş fırçası suya tutularak parmaklar yardımıyla iyice temizlenmeli. Kapalı kutu yerine hava alan bir kapakla muhafaza edilmeli. Diş fırçası -mikropların kırılması için- ağız çalkalama suyunda 20 dakika bekletilebilir. Ayrıca fırça 3 ayda bir değiştirilmeli.
KÜVET Banyo esnasında vücudun bıraktığı kirler, küvet, duşakabin ve duvarlara yapışır. Bu kısımlar sık sık temizlenmezse ayak mantarı gibi rahatsızlıklar, diğer kişilere de bulaşır.
ÇÖZÜM Küvetin yüzey temizleyicilerle ovulması yanlış. Çünkü ovucu malzeme, duşakabinin iç yüzeyini çizer. Bu da mikrobik kirlenmeye sebep olur. Küvet/kabin, sık sık sirkeli-karbonatlı su ile ovulmadan temizlenmeli.
PASPAS Özellikle altı plastik olan paspaslar, nemli kaldıklarında yapışkanımsı cıvık maya ve küf gelişimine sebep olur. Bu da astım, mide-bağırsak rahatsızlıkları ile alerjiye yol açar.
ÇÖZÜM Gün aşırı sıcak suyla yıkanmalı. Islak serilmemeli.
HAVLULAR Sabun, içerisindeki kimyasallar yüzünden derideki zararlı bakterileri gevşetir...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_banyodaki-gorunmez-dusmanlariniz_2053555.html
11 Şubat 2013 Pazartesi
Tek Sebep Genler mi ?
Asayiş şube komiserlerinden Kudret Bey, mesai sonunda kendini servis koltuğuna bıraktı. Oldukça yorucu ve gergin geçen bir gündü. Her yeni günü, bir öncekinden daha gergin geçiyordu sanki. Eşi de sık sık; “Bu gidiş nereye böyle?” tarzında ikazlar yapıyordu. O sırada, otobüsün açık olan radyosunda bir magazin programı sunucusu şunları anlatıyordu: “Evet sayın dinleyiciler! Bu habere sinirliler sevinecektir. Bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre, insanın asabî olması genlerindeki bir özellikte gizli. Bu araştırmaya göre…” Kudret Bey gülümsedi… Olabilir miydi gerçekten? Yoksa burada çok faktörlü asabilik, çarpıtılarak tek sebebe mi indirgeniyordu? Ancak bu sefer, eve ulaştığında iradesini zorlayacak, kimseye kızmayacak; insan olmanın hakkını vermeye çalışarak sakin olmaya gayret edecekti. Zili ilk çalışta açan olmadı. İkincisini daha uzun çaldı. Kapı bir süre sonra açıldı. Açıldı; ama cinleri de tepesine çıkmıştı. Yağdı gürledi eşine. Çocuklar hemen birer emniyetli köşe buldular kendilerine. “Aman bey” dedi eşi, “Hani bağırmayacaktın çocukların yanında?” Bu sefer sesi daha gür çıktı: “Elimde mi yahu hanım, genlerimde var benim asabiyet, ne yapayım!”
Komiserin radyodan dinlediği haber acaba ne kadar doğruydu veya hakikatin ne kadarını ifade ediyordu? Gerçekten insanın asabî ruh hâli, acaba sadece mizacıyla (genleriyle) mı ilgiliydi?
Varlık ve hâdiselere sistemli ve dengeli bir bakış getiremeyen birçok Batılı bilim insanı ve bilimi kendi maksatları doğrultusunda manipüle etmeye çalışan medya destekli güç odakları, yeni bir suçlu gen(!) bulunduğu haberlerini televizyonlardan, gazetelerden topluma servis ediyorlar: “Acımasızlık geni bulundu. Suç, saldırganlık geninde. Tembellik doğuştan olabilir(!)”
Son yıllarda insan genetiğiyle alâkalı araştırmalarda ciddi bir artış sözkonusu. Bu araştırmaların bir kısmı, indirgemeci bir anlayışla yapılıp yorumlandığından ve hâdiseleri iki tercihli mantıkla (ya o, ya diğeri) analiz ettiğinden, her davranışı ya genlere veya çevre faktörlerine bağlayarak izah mecburiyetinde kalıyor. Ancak araştırmaların büyük çoğunluğunun kabul ettiği ön bilgiler şunlardır:
A) Tutum ve davranışlarımızda hem genetiğin, hem epigenetiğin rolü vardır.
B) Çevre ve kültürün, bu genlerin ve epigenetik (anne ve babadan gelen genlerin hangisinin okunacağı, birden fazla gen çeşidinden hangisinin okunacağının belirlenmesi işlemleri) mekanizmaların işleyişine değişen oranlarda katkısı vardır.
C) Bunlar bütünlük içinde birlikte etkileşerek, o özellik veya fonksiyonu açığa çıkarır.
D) Bahsedilen her bir faktör, değişen nispetlerde o tutum ve davranışın ifade edilmesi için yatkınlık (eğilim) oluşturur.
Hâdiseyi basitleştirirsek, genler herhangi bir tutum ve davranışa doğrudan sebep olmaz. Genler tutum ve davranışın ifade edilme aralığını veya eşik değerini, ihtimalî olarak belirler. Bu ihtimalî yatkınlıklar % 10–95 arasında değişir. Canlıların gerek yapı ve fonksiyon, gerekse davranış ve duygu gibi özelliklerinin ortaya konmasında üç muhteşem kader programı birbiriyle karşılıklı münasebet içinde çalışır. Bunlar genetik, epigenetik ve metabolik programlardır. Metabolik programların güven aralıkları ve umumî mimarisi, gelişme esnasında genetik ve epigenetik programların tesirleriyle anne karnında ve bebekliğin ilk yıllarında belirlenir. Metabolik programlar oluştuktan sonra, daha çok çevrenin tesirinde iş görür. Açarsak, çevre ve kültür faktörleri, değişen nispetlerde ve önceliklerde metabolik, epigenetik ve genetik programın işleyişine tesir eder. Her canlının DNA uzunluğu başka başkadır. İnsan DNA’sı yaklaşık 3.300.000.000 adet nükleotid çiftinden yapılmıştır. Bu genetik bilgimizin tamamına genom adı verilir. İnsan genomunun sadece % 1,5 kadarı protein kodlayan bölgelerden oluşur ve bu bölgelerin yaklaşık 20.000 ilâ 25.000 gen ihtiva ettiği tahmin edilmektedir. Geriye kalan kısmının ise, düzenleyici ve çeşitlilik üretici fonksiyonlar gördüğüne dâir deliller her geçen gün artmaktadır. Daha da enteresan olanı 3,3 milyar nükleotidden oluşan insan genomunun % 99,9’unun bütün insanlarda aynı olmasıdır. Yani insanlar arasındaki farklılıklar (fizikî, karakter, yetenek vb.) % 0,1’lik farklılıkla alâkalıdır. Buradan da anlaşılabileceği gibi insanların DNA’ları birbirine çok benzemektedir. Buradan şu neticeye ulaşabiliriz: Demek ki, genlerin varlığından ziyade, genlerin aktifleşerek okunmasını sağlayan şartlar daha önemlidir. Bir başka ifadeyle, bir özelliğe karşılık gelen genin, insan genomunda var olup olmamasından çok, o genin ürünü olan ve o özeliğin ortaya çıkmasına vesile olan proteinin sentezlenip sentezlenmediği önemlidir. Bu hâdise, epigenetik programlamayla tanzim edilmektedir. Anne ve babadan gelen genlerden hangilerinin okunup okunmayacağı, çoklu allellerin (aynı genin çeşitleri) rol aldığı özelliklerde hangi allellerin tercih edileceği epigenetik mekanizmalarla dinamik olarak belirlenir. Çevreden gelen uyarılar, daha çok epigenetik programlarda değişikliğe yol açar. İnsanda farklı çevre şartlarına uyum sağlamanın önemli meka-nizmalarından olan epigenetik programlama ve buna ait hafıza sisteminin bozulması, insan hayatında birçok hastalığın tetikleyicisidir. Terbiye, eğitim ve çevre şartları, epigenetik programa daha çok tesir eder. Genetik programda ise, değişikliğe yol açmaz. O açıdan genetik potansiyelimizdeki yatkınlıkların (eğilimlerin) tutum ve davranışlara dönüşüp dönüşmemesi, epigenetik ve metabolik programlardaki değişikliklere bağlıdır. Bu da çevre şartlarına, iradenin hakkını vermeye, kültürel şartlanmalara, eğitim seviyesine bağlıdır.
İnsanda bir genin var olması, o genin baskınlık ve çekiniklik seviyesi, kişinin potansiyel yatkınlığını belirler. Ancak genetik yapısında kodlanan o özelliğe mutlaka sahip olacağı veya onu açığa çıkaracağı anlamına gelmez. Bunun için epigenetik programın değişime izin vermesi gerekir. Bu noktada kişinin iradesini sağlıklı şekilde kullanabilmesi için, çevre–kültür (hayata bakış açısı, yetiştiği iklim özellikleri, yaşadığı ortam, kültürü, inancı) ortamının genetik yapısını (mizacını) dengeleyecek veya aşırı zorlamayacak şekilde tanzim edilmesi gerekir. Aksi takdirde irade zorlanacağından, belli bir dozdan sonra akıl, mantık ve irade devre dışı kalacak, kişi bulunduğu kabın şeklini almaya mahkûm olacaktır. Nitekim genetiği % 100 aynı olan tek yumurta ikizlerinin farklı sosyal ve kültürel çevrelerde büyümesiyle, farklı iki insanın ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Genlerin okunmasına tesir eden iç ve dış çevre, hücreler arası sıvının muhteviyatından başlayıp, kanda bulunan hormonlara, büyüme faktörlerine, eser elementlere, oradan yediğimiz içtiğimiz moleküllere, kokulara ve beş duyu organları vasıtasıyla beyine ulaşan uyarılara kadar uzanır. Bu faktörler içerisinde su ve uygun sıcaklık, genetik programın okunmasını tetikleyen önemli çevre faktörleridir. İnsanın beş duyusundan ve iç sezgilerinden beyne ulaşan uyarılar, sinir sistemindeki nöronlarda genlerin okunmasına veya okunmamasına değişik derecelerde tesir eder. Bu açıdan bilhassa immün sistem hücreleri başta olmak üzere bütün hücrelerdeki genler hem dışarıdan hem de içeriden gelen uyarılarla kontrol edilip düzenlenir. İnsanın iç âlemini oluşturan ruh hâleti, psikolojik yapısı, duygulanma dereceleri de, en az su, sıcaklık, besinler kadar, genetik programın okunmasını etkiler. Bugün psikonöro-immuno-endokrinoloji olarak adlandırılan bilim dalı, insanın duygu, düşünce ve ruh hâletinin bağışıklık ve hormon sistemlerinde yer alan genlerin okunmasındaki rolünü araştırmaktadır. İnsanların duygulanma hâlleri (öfke, korku nefret ve hasetlik gibi) hücrelerimizdeki bazı genlerin okunmaya başlamasına, okunma hızına, bazılarının da okunmasının engellenmesine, yavaşlatılmasına tesir eder. Nitekim doktorlar kanser gibi ciddi rahatsızlıklarda hastalarının iyileşmesi için destek ve tamamlayıcı tedavi olarak moral ve motivasyonun yüksek tutulmasını tavsiye etmektedirler.
Bundan dolayı kişi, genomunda değişik baskınlıklarda ve derecelerde var olan “potansiyel güzel” ve “potansiyel çirkin” hasletlerin sağlıklı şekilde ortaya çıkmasını veya engellenmesini istiyorsa, kendini iyi tanımalı, uygun çevre ve ortamlarda bulunmalı, yiyip içtiklerine dikkat etmeli ve arkadaşlarını seçme hususunda azamî itina göstermelidir. Ancak bunu iyi sağlayabildiğinde, kendindeki potansiyel çirkinliklerin, kötülüklerin dışarıya çıkmasına mâni olabilir. Bunu da sınırlı aralıklarda çalışan iradesinin hakkını vererek yapabilir. Kişi kendi fıtratına (genetik yatkınlıklarına) uygun çevre ve arkadaşlar edinemezse, o zaman tek başına iradesi, genetik yapısındaki kötülüğe eğilimleri durdurmaya yetmez.
Netice olarak, insanın maddî âleme bakan yönünün yanı sıra mânevî âleme bakan yönü de vardır. Bu iki âlem insanda karşılıklı münasebet hâlindedir. Bedenimiz ruhumuza tesir ettiği gibi, ruhumuz da bedenimize şekil verebilir. Hâdiselere iyi niyetle bakıp, iyiye yorumlamak aynı zamanda dinimizin emirlerinden biridir. “Güzel bakan, güzel görür, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” sözü, tam da bu hakikati ifade eder. Çünkü insan düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlık olduğundan, onun karakteri ve ahlâkı yavaş yavaş düşünce ve niyet çizgisine doğru kayar. Dolayısıyla insanın meşrebinin olgunlaşmasında, çevre ve kültürel faktörler kadar, nazar ve niyetin de önemi büyüktür. Buna karşılık kötü çevrelerde yaşayan ve kötü insanlarla arkadaş olan, Yaratıcı’nın emirlerine uymayıp hâdiselere olumsuz bakan ve yorumlayan insanlar, olumsuz davranışlardan kendilerini değil, eksik ve hatalı modelleme ve anlamadan dolayı, büyük bir yanılgıya düşerek genlerini sorumlu tutarlar. Hâlbuki birer mekanizma olan ve içlerinde potansiyel iyilik ve potansiyel kötülük özelliklerini barındıran genetik programlara suçu atmak, aslında bir nevi sorumluluktan kaçmaktır. Kişide akıl, irade noksanlığı yoksa, kötü vasıfların ortaya çıkmasında asıl sorumlu, tercih edip karar veren kimse olarak insanın kendisidir. İradesine ve aklına bağlı işlerde, insanoğlu her iki yöne açık eğilimlerinden birini tercih ettikten sonra, Allah hem iyi hasletlerin hem de kötü vasıfların ortaya çıkmasında vazifeli genleri aktifleştirir. Kötü vasıfların ortaya çıkmasına sebep olan genlerin yaratılması şer değildir; insanların kendi bakış açılarıyla ve kendi niyetleriyle bu genlerin okunmasını sağlaması şerdir.
Bundan dolayı, ne genleri ne de Allah-ı Teala’yı suçlamak doğrudur. Evet, Hâlık-ı Zülcelâl, hayır ve şer de dâhil olmak üzere kâinattaki her şeyin yaratıcısıdır; fakat şerrin yaratılması şer değildir. Bu yüzden İslâmiyet; kötülüğün, olumsuzlukların yaratılmasının hakikatte kötülük, olumsuzluk olmadığını belirtir; kötülüğün, kişinin kendi iradesiyle potansiyel yatkınlığını birleştirmesiyle ortaya çıktığını ifade eder. Meselâ; yağmurun binlerce güzel neticesi vardır. İradenin kötü kullanılıp gereken tedbirlerin yerinde ve zamanında alınmamasıyla bazı insanlar yağmurdan zarar görse, “Yağmurun yağması kötü ve zararlıdır.” denemez. ...
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tek-sebep-genlermi-subat-2013.html
Komiserin radyodan dinlediği haber acaba ne kadar doğruydu veya hakikatin ne kadarını ifade ediyordu? Gerçekten insanın asabî ruh hâli, acaba sadece mizacıyla (genleriyle) mı ilgiliydi?
Varlık ve hâdiselere sistemli ve dengeli bir bakış getiremeyen birçok Batılı bilim insanı ve bilimi kendi maksatları doğrultusunda manipüle etmeye çalışan medya destekli güç odakları, yeni bir suçlu gen(!) bulunduğu haberlerini televizyonlardan, gazetelerden topluma servis ediyorlar: “Acımasızlık geni bulundu. Suç, saldırganlık geninde. Tembellik doğuştan olabilir(!)”
Son yıllarda insan genetiğiyle alâkalı araştırmalarda ciddi bir artış sözkonusu. Bu araştırmaların bir kısmı, indirgemeci bir anlayışla yapılıp yorumlandığından ve hâdiseleri iki tercihli mantıkla (ya o, ya diğeri) analiz ettiğinden, her davranışı ya genlere veya çevre faktörlerine bağlayarak izah mecburiyetinde kalıyor. Ancak araştırmaların büyük çoğunluğunun kabul ettiği ön bilgiler şunlardır:
A) Tutum ve davranışlarımızda hem genetiğin, hem epigenetiğin rolü vardır.
B) Çevre ve kültürün, bu genlerin ve epigenetik (anne ve babadan gelen genlerin hangisinin okunacağı, birden fazla gen çeşidinden hangisinin okunacağının belirlenmesi işlemleri) mekanizmaların işleyişine değişen oranlarda katkısı vardır.
C) Bunlar bütünlük içinde birlikte etkileşerek, o özellik veya fonksiyonu açığa çıkarır.
D) Bahsedilen her bir faktör, değişen nispetlerde o tutum ve davranışın ifade edilmesi için yatkınlık (eğilim) oluşturur.
Hâdiseyi basitleştirirsek, genler herhangi bir tutum ve davranışa doğrudan sebep olmaz. Genler tutum ve davranışın ifade edilme aralığını veya eşik değerini, ihtimalî olarak belirler. Bu ihtimalî yatkınlıklar % 10–95 arasında değişir. Canlıların gerek yapı ve fonksiyon, gerekse davranış ve duygu gibi özelliklerinin ortaya konmasında üç muhteşem kader programı birbiriyle karşılıklı münasebet içinde çalışır. Bunlar genetik, epigenetik ve metabolik programlardır. Metabolik programların güven aralıkları ve umumî mimarisi, gelişme esnasında genetik ve epigenetik programların tesirleriyle anne karnında ve bebekliğin ilk yıllarında belirlenir. Metabolik programlar oluştuktan sonra, daha çok çevrenin tesirinde iş görür. Açarsak, çevre ve kültür faktörleri, değişen nispetlerde ve önceliklerde metabolik, epigenetik ve genetik programın işleyişine tesir eder. Her canlının DNA uzunluğu başka başkadır. İnsan DNA’sı yaklaşık 3.300.000.000 adet nükleotid çiftinden yapılmıştır. Bu genetik bilgimizin tamamına genom adı verilir. İnsan genomunun sadece % 1,5 kadarı protein kodlayan bölgelerden oluşur ve bu bölgelerin yaklaşık 20.000 ilâ 25.000 gen ihtiva ettiği tahmin edilmektedir. Geriye kalan kısmının ise, düzenleyici ve çeşitlilik üretici fonksiyonlar gördüğüne dâir deliller her geçen gün artmaktadır. Daha da enteresan olanı 3,3 milyar nükleotidden oluşan insan genomunun % 99,9’unun bütün insanlarda aynı olmasıdır. Yani insanlar arasındaki farklılıklar (fizikî, karakter, yetenek vb.) % 0,1’lik farklılıkla alâkalıdır. Buradan da anlaşılabileceği gibi insanların DNA’ları birbirine çok benzemektedir. Buradan şu neticeye ulaşabiliriz: Demek ki, genlerin varlığından ziyade, genlerin aktifleşerek okunmasını sağlayan şartlar daha önemlidir. Bir başka ifadeyle, bir özelliğe karşılık gelen genin, insan genomunda var olup olmamasından çok, o genin ürünü olan ve o özeliğin ortaya çıkmasına vesile olan proteinin sentezlenip sentezlenmediği önemlidir. Bu hâdise, epigenetik programlamayla tanzim edilmektedir. Anne ve babadan gelen genlerden hangilerinin okunup okunmayacağı, çoklu allellerin (aynı genin çeşitleri) rol aldığı özelliklerde hangi allellerin tercih edileceği epigenetik mekanizmalarla dinamik olarak belirlenir. Çevreden gelen uyarılar, daha çok epigenetik programlarda değişikliğe yol açar. İnsanda farklı çevre şartlarına uyum sağlamanın önemli meka-nizmalarından olan epigenetik programlama ve buna ait hafıza sisteminin bozulması, insan hayatında birçok hastalığın tetikleyicisidir. Terbiye, eğitim ve çevre şartları, epigenetik programa daha çok tesir eder. Genetik programda ise, değişikliğe yol açmaz. O açıdan genetik potansiyelimizdeki yatkınlıkların (eğilimlerin) tutum ve davranışlara dönüşüp dönüşmemesi, epigenetik ve metabolik programlardaki değişikliklere bağlıdır. Bu da çevre şartlarına, iradenin hakkını vermeye, kültürel şartlanmalara, eğitim seviyesine bağlıdır.
İnsanda bir genin var olması, o genin baskınlık ve çekiniklik seviyesi, kişinin potansiyel yatkınlığını belirler. Ancak genetik yapısında kodlanan o özelliğe mutlaka sahip olacağı veya onu açığa çıkaracağı anlamına gelmez. Bunun için epigenetik programın değişime izin vermesi gerekir. Bu noktada kişinin iradesini sağlıklı şekilde kullanabilmesi için, çevre–kültür (hayata bakış açısı, yetiştiği iklim özellikleri, yaşadığı ortam, kültürü, inancı) ortamının genetik yapısını (mizacını) dengeleyecek veya aşırı zorlamayacak şekilde tanzim edilmesi gerekir. Aksi takdirde irade zorlanacağından, belli bir dozdan sonra akıl, mantık ve irade devre dışı kalacak, kişi bulunduğu kabın şeklini almaya mahkûm olacaktır. Nitekim genetiği % 100 aynı olan tek yumurta ikizlerinin farklı sosyal ve kültürel çevrelerde büyümesiyle, farklı iki insanın ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Genlerin okunmasına tesir eden iç ve dış çevre, hücreler arası sıvının muhteviyatından başlayıp, kanda bulunan hormonlara, büyüme faktörlerine, eser elementlere, oradan yediğimiz içtiğimiz moleküllere, kokulara ve beş duyu organları vasıtasıyla beyine ulaşan uyarılara kadar uzanır. Bu faktörler içerisinde su ve uygun sıcaklık, genetik programın okunmasını tetikleyen önemli çevre faktörleridir. İnsanın beş duyusundan ve iç sezgilerinden beyne ulaşan uyarılar, sinir sistemindeki nöronlarda genlerin okunmasına veya okunmamasına değişik derecelerde tesir eder. Bu açıdan bilhassa immün sistem hücreleri başta olmak üzere bütün hücrelerdeki genler hem dışarıdan hem de içeriden gelen uyarılarla kontrol edilip düzenlenir. İnsanın iç âlemini oluşturan ruh hâleti, psikolojik yapısı, duygulanma dereceleri de, en az su, sıcaklık, besinler kadar, genetik programın okunmasını etkiler. Bugün psikonöro-immuno-endokrinoloji olarak adlandırılan bilim dalı, insanın duygu, düşünce ve ruh hâletinin bağışıklık ve hormon sistemlerinde yer alan genlerin okunmasındaki rolünü araştırmaktadır. İnsanların duygulanma hâlleri (öfke, korku nefret ve hasetlik gibi) hücrelerimizdeki bazı genlerin okunmaya başlamasına, okunma hızına, bazılarının da okunmasının engellenmesine, yavaşlatılmasına tesir eder. Nitekim doktorlar kanser gibi ciddi rahatsızlıklarda hastalarının iyileşmesi için destek ve tamamlayıcı tedavi olarak moral ve motivasyonun yüksek tutulmasını tavsiye etmektedirler.
Bundan dolayı kişi, genomunda değişik baskınlıklarda ve derecelerde var olan “potansiyel güzel” ve “potansiyel çirkin” hasletlerin sağlıklı şekilde ortaya çıkmasını veya engellenmesini istiyorsa, kendini iyi tanımalı, uygun çevre ve ortamlarda bulunmalı, yiyip içtiklerine dikkat etmeli ve arkadaşlarını seçme hususunda azamî itina göstermelidir. Ancak bunu iyi sağlayabildiğinde, kendindeki potansiyel çirkinliklerin, kötülüklerin dışarıya çıkmasına mâni olabilir. Bunu da sınırlı aralıklarda çalışan iradesinin hakkını vererek yapabilir. Kişi kendi fıtratına (genetik yatkınlıklarına) uygun çevre ve arkadaşlar edinemezse, o zaman tek başına iradesi, genetik yapısındaki kötülüğe eğilimleri durdurmaya yetmez.
Netice olarak, insanın maddî âleme bakan yönünün yanı sıra mânevî âleme bakan yönü de vardır. Bu iki âlem insanda karşılıklı münasebet hâlindedir. Bedenimiz ruhumuza tesir ettiği gibi, ruhumuz da bedenimize şekil verebilir. Hâdiselere iyi niyetle bakıp, iyiye yorumlamak aynı zamanda dinimizin emirlerinden biridir. “Güzel bakan, güzel görür, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” sözü, tam da bu hakikati ifade eder. Çünkü insan düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlık olduğundan, onun karakteri ve ahlâkı yavaş yavaş düşünce ve niyet çizgisine doğru kayar. Dolayısıyla insanın meşrebinin olgunlaşmasında, çevre ve kültürel faktörler kadar, nazar ve niyetin de önemi büyüktür. Buna karşılık kötü çevrelerde yaşayan ve kötü insanlarla arkadaş olan, Yaratıcı’nın emirlerine uymayıp hâdiselere olumsuz bakan ve yorumlayan insanlar, olumsuz davranışlardan kendilerini değil, eksik ve hatalı modelleme ve anlamadan dolayı, büyük bir yanılgıya düşerek genlerini sorumlu tutarlar. Hâlbuki birer mekanizma olan ve içlerinde potansiyel iyilik ve potansiyel kötülük özelliklerini barındıran genetik programlara suçu atmak, aslında bir nevi sorumluluktan kaçmaktır. Kişide akıl, irade noksanlığı yoksa, kötü vasıfların ortaya çıkmasında asıl sorumlu, tercih edip karar veren kimse olarak insanın kendisidir. İradesine ve aklına bağlı işlerde, insanoğlu her iki yöne açık eğilimlerinden birini tercih ettikten sonra, Allah hem iyi hasletlerin hem de kötü vasıfların ortaya çıkmasında vazifeli genleri aktifleştirir. Kötü vasıfların ortaya çıkmasına sebep olan genlerin yaratılması şer değildir; insanların kendi bakış açılarıyla ve kendi niyetleriyle bu genlerin okunmasını sağlaması şerdir.
Bundan dolayı, ne genleri ne de Allah-ı Teala’yı suçlamak doğrudur. Evet, Hâlık-ı Zülcelâl, hayır ve şer de dâhil olmak üzere kâinattaki her şeyin yaratıcısıdır; fakat şerrin yaratılması şer değildir. Bu yüzden İslâmiyet; kötülüğün, olumsuzlukların yaratılmasının hakikatte kötülük, olumsuzluk olmadığını belirtir; kötülüğün, kişinin kendi iradesiyle potansiyel yatkınlığını birleştirmesiyle ortaya çıktığını ifade eder. Meselâ; yağmurun binlerce güzel neticesi vardır. İradenin kötü kullanılıp gereken tedbirlerin yerinde ve zamanında alınmamasıyla bazı insanlar yağmurdan zarar görse, “Yağmurun yağması kötü ve zararlıdır.” denemez. ...
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tek-sebep-genlermi-subat-2013.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)