Popüler Yayınlar

3 Ocak 2014 Cuma

Kötülüğün ve Sapıklığın Kaynağı Genler mi?

Medya ve yayın dünyası gün geçmiyor ki, kötü bir huyu veya gayriahlâkî bir davranışı genlerimizle ilişkilendirmesin, bu kötülüklere mazeret olarak da tabiatı ve fıtratı suçlamasın. Son ilmî araştırmalar ise, medyanın bu slogan haberlerinin doğru olmadığını göstermektedir. Söylenenin aksine genlerin kendini ifade etmesinin fizikî çevre ile birlikte sosyokültürel faktörlerle de düzenlendiği anlaşılmıştır. İnsanın fıtratının şekillenmesinde hem genlere ve buna bağlı sentezlenen hormonlara, hem de kültüre kaderî programda birlikte rol verilmiştir. Her insanın tutum ve davranışları, genetiğe ve kültüre ait faktörlerin birlikte ortaya çıkardığı motifler (nakışlar) içerisinde kendisini gösterir. 

İnsan tabiatı bir kitap olarak düşünülürse, bunun içinde şifrelenmiş genetik enformasyon, iç ve dış çevrenin bütün unsurlarıyla (biyopsikososyokültürel) mânâlı ve fonksiyonel hâle gelir. Çünkü her kitabın harflerden teşkil edilmiş görünen bir yapısı (semiotik DNA dizisi), bir de bunun belli bir çevrede açığa çıkan mânâsı (semantik örgüsü) vardır. Bu açıdan genler cebrî kodlar olarak değil, çeşitli dinamik kuvvetlerin birlikte tesir göstermesinden doğan âdeta bir ebru sanatı olarak görülmeli (suyun üzerindeki aynı boyaların küçük bir titreme ile çok farklı desenler çıkarması gibi) ve o şekilde okunmalıdır. İnsanın iradesi ve sorumluluğu da, genlerin ve kültürel faktörlerin karşılıklı tesirleriyle şekillenen fıtrat motiflerinin sunduğu reaksiyon aralığı içinde mânâ ve değer kazanır. Bu açıdan fıtrat (insan tabiatı) ve kültür birlikte değerlendirilmelidir. İnsanın tutum ve davranışlarını belirleyen faktörleri; genetik, fizikokimyevî çevre ve psikososyokültürel faktörler olarak üç ana başlık altında toplayabiliriz. Yukarıdaki her bir faktörün belirleyiciliği kısmî ve istatistikîdir. Suça eğilimli olma seviyesi, aynı cinsten kişilere cinsî yakınlık duyma temayülü, algı ve idrak keskinliği kabiliyeti, yenilik ve heyecan arama arzusu, bağımlılık meyelânı gibi özellikler sadece bir veya iki genle tanımlanamaz. Saldırganlığın ortaya çıkışına tesir eden birçok faktör (çevre, genler) vardır. Fakat bunlardan sadece birisinin yokluğu veya yeterli dozda olmayışı saldırganlığı tetikleyebilir. Meselâ monoamin oksidaz A enzimi, MAO-A geni tarafından kodlanır. Bu enzim dopamin, serotonin ve nörepinefrin gibi nörotransmitter moleküllerin (sinir hücreleri arasındaki haberleşme molekülü) yıkımını gerçekleştirir. Bu gendeki mutasyonlar veya polimorfizmlere bağlı olarak enzim yeterli fonksiyon göremez ise, bu kişilerde şiddet ve saldırgan davranışlara yatkınlık artar. Fakat kişi bu temayülü bilirse veya çevresi onu bu konuda eğitirse, bu huy kontrol edilebilir. Benzer şekilde, herkeste değişen derecelerde kansere yatkınlık genleri bulunur. Bu yatkınlık genleri, çevre faktörleriyle (sigara, beslenme, mutajenler ve karsinojenler gibi) aktifleştirilirse, kişide kanser gelişebilir. Ancak sigarayla tetiklenen kanser tipinde, kişide kansere yatkınlık genleri yoksa veya yatkınlık düşük ise, bu kişi sigara içse de kansere yakalanmayabilir. Benzer şey bağımlılık, cinsî sapıklık, şiddete ve suça eğilim genleri için de söylenebilir. Daha da önemlisi davranışla bağlantılı genler, diğer genlerle münasebeti yanında, muhteva, pozisyon ve diğer birçok şarta bağlı olarak yorumlandığında mânâ ve değer kazanır. Çünkü tutum ve davranışların ortaya çıkışında karmaşık bir sebepler ağı var. Bu yüzden davranış genetiğinin sebebi olarak gösterilen DNA dizisi, tek başına, kişinin duygu ve davranışlarını, maharetinin ve şahsiyetinin nasıl gelişeceğini kesin olarak belirleyemez. Bir başka ifadeyle fenotip, sadece genetik enformasyondan yola çıkılarak yüzde yüz kesinlikte tahmin edilemez.
Beyin ve kişilik gelişmesi çok faktörlü bir ekspozom hâdisesidir. Bu tabiri açarsak, hamileliğin başlangıcından itibaren, bilhassa okul öncesi eğitim dönemi boyunca maruz kalınan her şeyin, insanın özelliklerinin ortaya çıkmasındaki tesirine ekspozom diyoruz. Şuuraltı müktesebatı dâhil, kişinin geçmiş yaşantısına ait bütün mâzisinin bu gelişmede rolü vardır. Ortalama bir insan beyninde bulunan 1011 sinir hücresinin bağlantıları sadece genlerle belirlenmemektedir. İnsan DNA'sında 6,2 x 109 nükleotid (harf) veya enformasyon vardır. Bu ham bilginin okunması ve kullanılması, onlarca faktörün toplu hâlde kendini göstermesine bağlıdır. İç ve dış çevreden gelen uyaranlarla, nöronlar yeni bağlantılar kurabilir ve sentezledikleri nörokimyevî maddeler ve hormonlarla, sinir hücrelerinin sayısı, bağlantı ağı belirli ölçülerde değiştirilebilir. Beyindeki hücrelerin bağlantı detaylarını ve motiflerindeki ince ayarları tanımlayacak seviyedeki bilgilerin hepsi genomda yoktur. Sadece çevre faktörleri de bu eksik bilgiyi tek başına tamamlamak için yeterli değildir. Bunların dışında da pek çok faktöre beynin gelişmesinde ve işleyişinde rol verilmiştir. Beyindeki akson ve dendritlerin uçları uzarken, yol boyunca gideceği organa veya bölgeye kadar rehberlik eden nanomolekülleri tanıya­rak i­ler­ler. Bu ilerleme esnasında küçük değişiklikler, sapmalar yaparlar. Adeta belli ölçüde determinizm belli ölçüde deneme yanılmayla gelişirler. Doğru hedefe yüzde yüz kesin olmayan, fakat istatistikî bir düzen algoritmasıyla ulaşırlar. Gözden beyine doğru büyütülen aksonlar, % 1 ihtimalle optik kiazmada yanlış yola dönebilir. Dolayısıyla beyne ulaşamaz veya beynin yanlış kısmına gider. Fakat aynı zamanda beynimize bu hataları tanıyan ve düzelten sinyalizasyon sistemleri de yerleştirilmiştir. Eğer aksonlar uygun hedef nöronlardan doğru sinyali alamazlar ise, yıkıma uğrarlar. Bazen de aksona ait nöron, ölümü tercih eder. Bu gözlemler açıkça ortaya koyar ki, beyin gelişmesi önceden harfi harfine tanımlanmış bir programla değil, değişmeye ve hataya açık, esnek bir programla gerçekleştirilir. 

Bu esnek program materyalist bir bakışla doğru yerde, doğru zamanda, doğru faktörlerle birlikte olmak olarak ifade edilen şansla açıklanır. Aynı program dinî literatürde nasip, kısmet ve kader, İlâhî ikram, lütuf olarak bilinen faktörlerle açıklanır. Ayrıca irade ve şuurlu davranış öncesi, beyinde irade dışı belirli aktivasyonlar ve genetik bir alt yapı da vardır. Bu açıdan biyolojik ve genetik eğilimlerin oluşturduğu nakışlar; seçme ve tercih etme hürriyeti için, sadece bir alt yapıdır. Düşünce, his ve davranışlarımız beynin nörogenetik ve nörokimyevî yapısı içinde ortaya çıktığından, buradaki zeminin oluşturduğu motif, belli tutum ve davranışlar ve hisler için bir temayül oluşturur. Bir başka ifadeyle, beyin kimyası ile fetal dönem (anne karnında) ve erken çocukluk yıllarında yaşanan hâdiseler, insanın gelişmesinde önemli belirleyicilerdir. İnsan beyni hem iradî ve şuurlu, hem de otomatik ve şuursuz (mekanik) bir konumda çalışabilir. Kısacası genler, neyi ve neleri başarabileceğimizin alt zeminini, reaksiyon aralığını ve eşik değerlerini teşkil eder; davranışın ortaya çıkma ihtimalini belirler; ancak son noktaya ait kararların sınırı genlerle çevrenin etkileşimi neticesinde istatistikî ihtimallerle belirlenir. Dolayısıyla cebrî bir durum olmayıp, çevrenin (terbiye, inanç, ahlâkî beslenme) dinamik belirleyiciliği sınıra tesir eder. 
İnsanın cüz'î iradesi; hem ruhî, hem genetik, hem de çevre alt yapısının (endofenotip) tesiri altında işletilen, serbest seçimler ve tercihler yapabilme gücü ve kapasitesidir. İnsanın seçim ve tercihleri, metafizik dünyasına ait beslenme kaynaklarından, beyin ve sinir sistemine ait nörokimyevî ve hormonların tesirinden ve kültür çevresinden bağımsız olarak gerçekleşemez. Âyette belirtildiği gibi "Kimseye kaldıramayacağı yük yüklenmez." hususu bu açıdan değerlendirildiğinde çok mânâlıdır. Bir rahmeti ve şefkati gösteren bu düsturla bakıldığında, cüz'î iradenin faaliyet alanı ve sınırları, çok faktörlü ve hikmetli sebeplerle belirlenir. Kişinin fıtratında inşa edilen güçlü ve zayıf yanlara bakılarak fetvaların hususi şekilde verilmesi de çok hikmetlidir. Bundan dolayı da herkesin imtihanı ve tecrübesi farklı farklı olur. 

Bu yüzden insan, tanımlanmış, sınırlandırılmış şartlar altında sorumluluk sahibidir ve o şartların ve fıtratının izin verdiği aralıklar içerisinde tercihler yapabilir. Bu açıdan insanların normal ve anormal davranışları; ruhî, vicdanî ve ahlâkî beslenmesine dayalı genetik yatkınlık temelli fıtrat-kültür modeli içinde analiz edilir ve yorumlanırsa, insanın eğitim ve terbiyesinde sağlıklı neticelere varılabilir...

2 Ocak 2014 Perşembe

Eşinizin gönlünü sevgi ve saygı ile fethedin

Erzincan Müftüsü Galip Akın, bayanlara eşlerine karşı tatlı dilli olmaları tavsiyesinde bulunarak, "Eğer sonuç almak istiyorsanız, acı söz, hakaret, tartışma ve eşinizi incitmekle bir yere varamazsınız. Tatlı dilli olun. Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkardığına göre, eşiniz yılandan da mı kötü? Önce siz eşinize göstereceğiniz sevgi, saygı ile gönlünü fethedin. Onun isteklerini yerine getirerek kozlarını elinden alın." dedi.
Erzincan'da kadınlara yönelik 'Aile İçi Şiddet ve Çözüm Yolları' konulu seminer düzenlendi. İl Müftüsü Galip Akın tarafından düzenlenen seminerde, eşler arası yaşanan geçimsizlikler ve şiddet hususlarının önlenmesi konusunda bilgi aktarıldı.
Müftülük konferans salonunda düzenlenen ve seminere konuşmacı olarak katılan Müftü Galip Akın, kadınlara önemli nasihatlerde bulundu. Çok sayında kadının ilgi ile dinlediği seminerde aile içi şiddet ve çözün noktaları hakkında önemli ipuçları veren Müftü Galip Akın, "Eşler arası geçimsizliklerde 'şiddet' önemli bir rol oynar. Erkeğin otoritesini kuramadığı zaman, en sık başvurduğu silah dayaktır. Toplumumuzda dayakla ilgili çok yanlış tutum ve kabullenmeler var. Kimi erkekler dayakla otorite kurar ve sürdürür. Bazen de dayak, ters teper, otoriteyi kırar. Kimi durumlarda ise dayak etkili olur; ancak erkek sevgiyle değil, hep korkuyla ve nefretle hatırlanır. Kadın, erkeğini kızdırmamak, ağır hakarete uğramamak veya dayak yememek için istemeyerek saygı gösterir. 'Her şeyden önce şefkati sonsuz olan Rabbimiz, 'şefkat kahramanı' olan kadınları erkeklere emanet etmiş. Emanete hıyanet etmemelerini, emin ve güvenilir olmaları gerektiğini her fırsatta vurgulamış ve onları yani biz erkekleri bu konuda uyarmıştır. Evlilik, eşler arasındaki aşk ve sevginin şiddetlenmesi ve kuvvet kazanması anlamına gelmelidir, sertlik göstermek, dayak ve şiddete başvurmak ve sonuçta ayrılığa kapı aralamak değil." açıklamasında bulundu.
DAYAKLA SEVGİ BAĞDAŞMAZ

Seminerde dayakla sevginin bağdaşmayacağını söyleyen Müftü Akın, "Düşünün! Eşinizde ne kadar güzel huylar, meziyetler, hünerler var...