Popüler Yayınlar

24 Aralık 2011 Cumartesi

DUA

Aydın Menderes'in son sözü 'dua edin' olmuş.

Milyonların aynı anda ellerini gökyüzüne kaldırarak karşılık vereceği bir rica. Çok az insanın arkasından Türkiye tek yürek olup duaya durur. Aile fertlerinden, çok sevdiğimiz yakınlardan birinin kaybı gibi. Sadece dua değil, hissedilen acı da öyle. Bugün Adnan Menderes'in anıt mezarına bizi biz yapan varlığımızın bir parçasını defnedeceğiz.

Adnan Menderes'in bundan tam 50 yıl önce idam edilmesi, tek tek her birimizin o idam sehpasına çıkartılması demekti. Adnan Menderes, Adnan Menderes olduğu için değil, halkın oyuyla iktidara gelmiş bir başbakan olduğu için asıldı. Ceza, onun şahsında tek tek bizlere kesildi. Hatta sadece Menderes'e oy verenlere değil, sandığa gidip özgür iradesi ile iktidarı belirleme hakkına sahip çıkan herkese. Bu idamla dönüp bize 'senin kararını, iradeni, iktidarını ben ipe çekerim' mesajı verildi. CHP bu idama engel olmadığı ve halkın iktidar hakkına sahip çıkmadığı için bir daha iktidar yüzü göremedi.

Aydın Menderes'in beklediği duayı 50 yıldır ediyoruz. Dua sadece bir niyaz değildir. Dua sabırdır. Dua azimdir. Dua inattır. İnat, murattır. Muradımız kendi hakkımız, hukukumuzdur. Zorbanın, zalimin, eşkıyanın tasallutuna mani olmaktır. Allah'a şükür dualarımız kabul olmuştur. Duanın gücü bugünün Türkiye'sine vücut vermiştir. Adnan Menderes beka âleminde tasa çekmemiştir. Oğlu da inşallah nasibini alacaktır.

Aydın Menderes siyasetin bilge kişisiydi. Onun zaman zaman kulislerde tedavüle giren kanaatlerinin, yorumlarının ilgi ve hayranlıkla takip edildiğine çok şahit oldum. Onu Adnan Menderes'in emaneti, siyasete dalmış çıkmış bir politikacı olarak tanıyanlar entelektüel yönünü pek bilmezler. Doktora tezimin yayımlanmasından bir ay geçmeden bir davet almış ve ilk defa o zaman tanışmıştım. Kitabımı okumuştu. O kadar ilginç yorumlar yapmıştı ki vukufuna ve birikimine şaşırmıştım. Üç saate yakın sohbet ettiğimizi hatırlıyorum. Kendisini çok iyi yetiştirmişti. Hem yerli kültüre hem evrensel birikime sahipti ve ikisini çok iyi mezcetmişti.

Entelektüel birikimi kuvvetli bir politikacıyı siyasetin gündemlerinde takip etmek insana estetik bir haz veriyor. Çünkü bu birikim, siyasete gündelik rekabetin ötesinde bir zarafet kazandırıyor. Aydın Menderes, Adnan Menderes'in hayatta kalan tek evladı olmanın ötesinde siyasetin görünmeyen eli gibi bir denge noktası oluşturdu. Hep aynı istikameti gösterdiği için pusula görevi üstlendi. Demokrasi, halkın hukuku, siyasetin aslî gayesi gibi konularda ölçüyü hiç şaşırmadan verdi.

Aydın Menderes'in politikada sağladığı prestiji bu pusula görevine bağlamak gerekir. Siyasete hırsla, tutkuyla bağlı değildi. Sanki makam, mevki, ikbal gibi hevesleri babasının hatıralarıyla birlikte geçmişte bırakmıştı. Kişisel kaprislerin, kıskançlıkların, heva u heveslerin cirit attığı siyasî arenaya hep mesafeli ve epeyce de yüksekten bakardı. Derin bir ironi duygusu ile gözler ve kendince eğlenirdi. Her şeyi yapmaya muktedir ve ehil birinin hiçbir şey yapmadan bilgelik koltuğunda ısrarla oturması, galiba Türkiye politikasının derinlerde işleyen güçlü regülatörlerinden biriydi.

Ağabeylerinin akıbeti, kendisinin bir kaza sonucu malûl kalması 50 yıllık tarihimizin sembolik özeti gibiydi. Adnan Menderes'e ağlarken kendimize acıdık. Oğlu için dua ederken kendi kayıplarımıza dua etmiş olacağız.

50 yıllık Kerbela acısı. Muharrem ayının son günündeyiz. Hüseyin'in son evladını dualarla uğurluyoruz. Babasına selam söylesin. Mekânı cennet olsun.


MÜMTAZ'ER TÜRKÖNEZAMAN

Ruhum Sana Aşık

Türk Edebiyatı, dinî konuların terennüm edildiği türler bakımından oldukça zengindir. Milletimizin Hz. Peygamber'e duyduğu sevgi, bağlılık ve hürmet hislerinin göstergesi olan bu türler arasında binlerce örneğiyle en çok kaleme alınmış olan tür ise na'ttır.1 İslâm medeniyeti dairesinde başlangıçtan itibaren meydana getirilen her tür ve biçimdeki edebî eserde, mutlaka Hz. Peygamber'e duyulan sevgi, aşk ve bağlılığın ifâdelerini bulmak mümkündür.2 Bu ifadeleri bulabileceğimiz na'tlardan biri de Ali Ulvi Kurucu'nun Hz. Peygamber'e karşı hissettiği derin hürmeti ve samimî sevgiyi terennüm ettiği şiiridir.

Medeniyetimizin yetiştirdiği büyük mütefekkir ve aynı zamanda şair olan Ali Ulvi Kurucu, sınırlarını Kur'ân ve sünnetin çizdiği bir hayatı yaşamış; bu hayatın dışavurumu olarak ruh minberinden Hz. Peygamber'e olan aşk ve muhabbetini dile getirmiştir. 

Rûhum sana, varlık sana hayrandır Efendim!
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim!

Kur'ân'ı Kerim'de 43 kez zikredilen ruh, "İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrâk eden bir kişi hâline sokan maddî olmayan, ölümsüz varlık."3 tanımıyla ifâde edilmiştir. Secde Sûresinde, "Yarattığı her şeyi güzel yapan ve (ilk) insanı yaratmaya da çamurdan başlayan, sonra onun neslini, hâkir bir suyun özünden (spermadan) yaratan sonra onu (tastamam) düzeltip ona kendi rûhundan üfleyen, sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yaratan O'dur. (Buna rağmen) ne kadar az şükrediyorsunuz!"4 âyetiyle varlığın oluşumundaki sistematik düzene, Hak Teâla'nın rûhundan üfürmesi, varlığa en güzel biçimi kazandırmıştır.­ Böylece, şiirin ilk mısraında varlıkla beraber ruhun zikredilmesi yaratılıştaki mükemmelliğe işâret eder ki, varlık rûhla birleşince hayâtiyet kazanmaktadır; böylece şair, varlığını oluşturan bütün unsurlarla Hz.Peygamber'e (s.a.s.) olan hayranlığını dile getirmiş olur; fakat bu muhabbet ölçüsü bu kadarla sınırlı kalmaz âlemlerin yaratılmasına vesile olan Peygamber Efendimize bütün âlem kurban olarak atfedilir. 

Ecrâm ü felek, levh ü kalem mest-i nigâhın
Dîdârına âşık Ulu Yezdan'dır Efendim!

Birinci beyitteki 'bütün âlem' kavramı, ikinci beyitte izahına kavuşarak kâinatı kuşatan varlıkların muhabbeti ve Hakk'ın mahbûbuna olan sevgisi, mânâ zenginliğiyle beraber peygamber sevgisine gösterilecek güzel bir örnektir. Bu öyle büyük bir sevgi ki kâinattaki bütün varlıklar, gökyüzü, her şeyi ind-i ilâhide yazan kalem sevgilinin bir bakışıyla sarhoş olmuşlardır. Bu sevginin kaynağı muhakkak ki Hz. Muhammed'dir. Hadis kriterlerine göre zayıf hadis olan; mânâsı itibâriyle mutasavvıflarca çokça zikredilen "Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım"5 sözü, tasavvuf erbâbınca kâinatın hamurunun 'muhabbet' olduğunu belirtmektedir. Eşrefzâde Rûmî'nin dediği gibi: "Yoğ idi levh ü kalem, aşk var idi / Âşık u ma'şûk u aşk bir yâr idi / Âşık u ma'şûk u aşk bir yâr iken / Cebrâil ol arada ağyâr idi"

Aşkı varlığın yaratılmasından öncesine götüren Hüdâyi Hazretleri de benzer bir yaklaşımla şöyle demektedir: "Tıynet-i Âdemde evvel konmasa sevda-yı aşk / Cenneti bir dâneye satmazdı ol dânâ-yı aşk" Sûfînin amacı Allah'a ulaşmak olduğuna göre, 'Allah'ın sırrı ve tecellînin remzi bu aşkta gizlidir.'6 Bu aşkın tezahürünü Yunus Emre şöyle dile getirmiştir: "Hak yarattı âlemi, aşkına Muhammed'in / Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammed'in / Ol! dedi oldu âlem, yazıldı levh ü kalem / Okundu hatm-i kelâm, şânına Muhammed'in"

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere Rahman'dır Efendim!

Kıyâmetten sonra insanların tekrar dirilip toplandıkları yer olarak târif edilen mahşer meydanı, muhtelif manzaralarla âyet ve hadislerde anlatılmıştır. "O gün, yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) döndürülecektir. İnsanlar (kabirlerinden kalkıp) bir ve Kahhar olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır'7 O dehşetli günde herkes kendi derdinde kendi telâşında olacak, peygamberler dahi bu dehşetin korkusundan kendilerinden geçecektir. Herkesin mahşerin sıkıntısı, ızdırabı karşısında "nefsim nefsim" dediği anda sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) "Ümmetim, ümmetim"8 diyecektir. Gâlip Dede, âşıkane bir üslûpla yazmış olduğu Müseddes Na'tında o anları şu mısralarla terennüm eder:

Ol dem ki velîlerle nebîler kala hayrân 
Nefsî deyü dehşetle kopa cümleden efgân
Ye's ile usâtın ola ahvâli perîşân 
Destûr-ı şefâ'atla senindir yine meydân
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim 
Hakdan bize sultân-ı mü'eyyedsin efendim

Sevgili Peygamberimiz de (s.a.s.) bu konudaki bir hadis-i şerifinde; "Her Peygamberin müstecap [Allah'ın kabul edeceği] bir duası vardır. Her Peygamber, o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyâmet gününde ümmetime şefaat etmek üzere sakladım." buyurmuştur.9 Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, böylelikle hem dünyada, hem de ukbada yegâne kurtarıcı olarak zikredilmiştir.

Kıtmîrinim Ey Şâh-ı Resûl, kovma kapından, 
Âsilere lûtfun yüce fermanıdır Efendim!

Şair vuslatın eşiğinde bir kıtmir edasıyla yakarışta bulunarak fermânını diler; çünkü fermân sahibi olan Hz. Peygamber (s.a.v.) merhametin ve affın yegane sahibidir. Düşmanlarına dahi merhameti esirgemeryen, Uhud'da dişini şehit edenlere, Taif'te taşlayanlara beddua etmeyen, insanlığa muştu getiren peygamberin yüceliği Kur'ân'da şöyle zikredilir: "(Ey insanlar!) Andolsun ki, size kendinizden öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir."10 Şairin başka bir şiirinde de benzer bir yaklaşımla aşk u niyazına rastlarız.
Peygamber aşığı olan şair, bu beyitte cürmünü ikrar ederken, aşkını da izhar etmiştir. "Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım / Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım"

Tâ Arş'a çıkar her gece âşıkların âhı,
Metheyliyen ahlâkını Kur'ân'dır Efendim!

Şiirin bütününü çevreleyen Hz. Peygamber aşkı, vuslat ümidiyle yanan âşığa âh ettirir. Âh mazmunu 'divan şiirinde âşığın aşk ateşiyle gönlünden çıkan bir duman olarak düşünülür.'11 Arap harfleriyle yazıldığında ebced karşığı yedi olan 'âh' mazmunu, "...Sonra göğe istivâ edip de onları yedi gök olarak düzenleyen O'dur. Ve O, herşeyi bilendir."12 Gökyüzünün de yedi kat oluşuyla birleştirildiğinde aşığın âhı arşa ulaşır. Bir başka peygamber sevdâlısı olan Osman Hulusi Hazretlerinin şiirinde peygamber sevgisi şu şekilde dile getirilmiştir:

"Bu cihânın mülk ü malı eğlemez bu gönlümü
Zevk u şevki mâh u salı eğlemez bu gönlümü
Gayrıların hadd ü hâli eğlemez bu gönlümü
Düşünüp ruhsâr-ı yârı ağlarım ah ağlarım"

Aslında Hz. Peygamberin yaratılmasıyla onu öven manzum ya da mensur ifâdeler, ilhâmını Kur'ân'dan almışlardır. Hakk'ın kelâmında şöyle buyurulmaktadır. "Ey İnananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çokça anan kimseler için Allah'ın Elçisi en güzel örnektir.'13 Kur'ân'da en güzel örnek olarak verilen Hz. Muhammed için âşıklar sultanı Mevlâna, şöyle der: "O'nun vasıflarını şerhini eğer ben devamlı durmadan söylesem, yüzlerce kıyâmet geçer de o yine bitmez."

Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana Cennet bile hicrandır Efendim!

Aşkın ateşi öyle tesirlidir ki; Yunus'a: "Bir zerre ışkun odı kaynadur denizler / Düşdüm ışkun odına tutuşuban yandum ben" dedirtir. Aşk ateşinin zerresi dahi denizleri kaynatmaya muktedir ise âşığın kalbini dağlayıp ateşe salması daha kolay olacaktır. Böylece şâirin kalbindeki aşk ateşi alevlenip "buhurdanda tüter amberler"14 misâli kalbten râyihalar saçar. "Gerek klasik kültürde gerekse halk kültüründe sık sık karşımıza çıkan, kalbe ateş düşmesi, aşk yüzünden ciğerin kebab (büryan) olması gibi, ateş-aşk ilişkisine dair bütün tasavvurların kaynağı, muhtemelen İbnü'l-Arabî'nin eserlerindeki spekülasyonlardır. Fütûhât-ı Mekkiyye ve Tedbîrât-ı îlâhiyye'de, kalpte harâretin artışını ve bunun neticelerini safha safha anlatan İbnü'l-Arabî'ye göre, Allah bir kuluna vecdin herhangi bir çeşidiyle "maarif inzal etmek ve bu hâli zevkan bildirmek murad eyledikde" kalbinin üzerine bir "kurb serinliği irsal eyler", yani ya­kınlığını serinlik şeklinde duyurur. Böylece kalbin üst kısmındaki hava soğuyarak aşağı inerken, tabiî sıcaklığı dimağa doğru yükselmeye başlar. "Böyle olunca hararet mün'akis olub saha-i kalbe sürtününceye kadar esfele meyleder. Bu sürtünmeden bir nâr tevellüd edip suûd eyler. Ve eğer berd yakîn ve kurb bulutunda bir menfez bu­lursa suûd eder. İmdi bu teevvüh tesmiye olunan zeferât olur. Ve eğer bir menfez bulamazsa sehâb-ı a'lâ rutûbatı-na onun cemdinden hulul eyler." Bu kadar da değil; İbnü'l-Arabî, kalpten ciğerlere sirâyet etmesi hâlinde, âh sadâsıyla birlikte çıkan nefesten yanık kokusunun yayılacağını söylemektedir.15

Âşığın yanan kalbine devâ, ikinci mısra mefhumu muhâlifinden okunduğunda, mâşuka ulaştıran vuslat anı olacaktır. Çünkü tasavvur edilemeyecek nimetlerle dolu olan cennette bile âşık mahzundur ayrılık acısının elemini çekmektedir. Şair bir nevi Yunus diliyle şöyle niyazda bulunur: "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni"

Doğ kalbime bir lâhzacık ey Nûr-i Dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermandır Efendim!

Var oluşun aslı olan aşk, âşığın kalbine dertler salar. Gönül bu dertlere dûçar olurken âşık istimdâd eyleyerek niyazda bulunur. Ey gönlümü çalan nur bir an dahi olsa kalbime doğ; çünkü nûrun derdimin dermanıdır. Aziz Nesefi aşkın mertebelerini izah ederken, "Aşk bir ateştir, ateşin yeri de gönüldür." der ve akabinde şunları sorar: "Eğer gönül olmasaydı aşkın vatanı neresi olurdu? Ve eğer aşk olmasaydı gönül neye yarardı?16 Mutasavvıflar onun içindir ki sevgiliye kavuşmada aşkın çerâğını yakarak kalplerini tutuştururlar. Kalbindeki yangından müşteki olmayan âşık, bilir ki derman derdinde gizlidir. Aşk vatanı olan gönül alev alev yanarken aşık, Hz. Peygamber'in nûrunu murâd eder ve onu diler. Yunus diliyle söyleyecek olursak, "Aşkın aldı benden beni / Bana seni gerek seni / Ben yanarım dün ü günü / Bana seni gerek seni"

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim!

Şiirin son beytinde, âşığın bağrında yanan ateşler feryâd olur ve efendiler efendisine yönelir. O ki, ona yöneleni eli boş çevirmeyen, onu isteyeni reddetmeyendir. İşte Asr-ı Saâdetten bir tablo. Hz.Hatice evlendikten sonra kölesi olan Zeyd'i Hz. Peygambere hediye eder. Allah Rasülü Zeyd'i azât edip evlât sayarak bağrına basar. Fakat Zeyd'in Yemenli ailesi onu aramaktadır. Yemenliler Kâbe'yi tavaf ettiklerinde Zeyd'i görür ve ailesine haber verirler. Haberi alınca Mekke'ye koşan Haris, ağlayarak Rasülullah'a: "Ey Abdülmuttalib torunu, Ey bu kavmin ulusu; biz evlat diye yanarız, ne olur ver onu bize! Ücreti neyse ödeyelim." Rasülullah tebessüm ederek cevap verir. Meraklanmayın. Zeyd bizimle. Çağırıp kendisine durumu bildirelim. Onu serbest bırakalım. Şâyet size gelmeyi tercih ederse, bir şey vermenize gerek kalmadan, onu alıp götürebilirsiniz. Şayet beni tercih eder, yanımda kalmayı isterse, Allah'a yemin ederim ki, beni tercih edeni kimseye terk etmem, yanımda kalır.

Üstad Ali Ulvi Kurucu'da "Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime," diyerek Allah Resulünü tercih etmişti. Âşık hicran orucunu, vuslat iftarıyla bayrama çevirecekti. Şairin dediği gibi: "Çektim firâkın savmını erdim cemâlin ıydine / Aç leblerin meyhanesin ney gibi nâlân et beni" Mübarek beldelerde gizli gizli ağlayan yanık bir yürek olan, peygamber şehrinin müdavimi Ali Ulvi Kurucu'da aşkıyla yandığı efendisine 4 Şubat 2002 tarihinde kavuştuğunda vuslata nail olmuştur. Niyazî Hazretleri'nin nutk-ı şeriflerinde buyurduğu gibi: "Sular gibi çağlar isen / Tez bulunur umman sana" 

Özet olarak söylemek gerekirse, şiirin bütününde yüceliği, tavsif ettiği özellikleri ile kainatın yaratılmasına vesile olan Hz. Muhammed'e (s.a.v.) duyulan sevgi ve muhabbet samimi bir dille ifâde edilmiştir.

Dipnotlar
1 Gümüş Tül ve Alevler, Ali Ulvi Kurucu, Nedve Yayınları, İstanbul, 1970. 
Emine Yeniterzi, Türk Edebiyatında Na'tlar, Yağmur Dergisi, 15 Nisan - Mayıs - Haziran 2002.
2 Amil Çelebioğlu, Türk Edebiyatında Manzum Dinî Eserler, Eski Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, 1998, s. 356-357.
3 Şamil İslam Ansiklopedisi.
4 Secde Sûresi,7-8-9.
5 Mehmet Yılmaz, Edebiyatımızda İslâmî Kaynaklı Sözler, İstanbul 1992, s. 113.
6 İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları,2004, s.38.
7 İbrahim Sûresi, 48.
8 Tirmizi, 4/321; Kıyame. 9, H. N: 2433.
9 Buhari, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizi, Daavat 141, 3597.
10 Tevbe Sûresi-128.
11 İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü,Kapı Yayınları,2004, s.10.
12 Bakara Sûresi, 29.
13 Ahzab Sûresi, 21.
14 Arif Nihat Asya.
15 Beşir Ayvazoğlu Âh mine'l-aşk ,Kuğunun Son Şarkısı, 43–50.
16 Yusuf Çetindağ ,Doğuda Aşk Bir Başkadır,Emre Yay., s.197.


FUAT BİNER

23 Aralık 2011 Cuma

Mutluluk Masalı

Elinde kırba, belinde heybe… İnce mi ince... Tek gözlü, tekerlek yüzlü bir garip âdemoğlu… İşi gücü, şehir şehir bütün diyarları gezmek... Vardığı her yerde masallar, hikâyeler anlatıp karnını doyuracak akçeyi çıkarmak... Adam dedikse hani öyle bildik adamlardan değil. Kel, köse bodur, paytak, koca kafalı, kepçe kulak... Bir acûbe-i hilkat! Ama yüreğinde öyle bir endam varmış ki, kalp gözüyle görebilen haşmetine hayran kalırmış. Anlattığı her bir kıssanın sonunda ruhundaki bu güzellikten hisse bırakırmış. Tabii nasiplilere.

Seyyahın adı Ali… Kel Ali, Topal Ali, Kör Ali Kabak Ali… On bir isimle müsemma, koca karının gülü garip Ali. Anası, babası ufakken pek insan içine çıkartmamışlar bunu. Zaten mahallenin haylaz çocukları da her gün ayrı bir kusurunu yüzüne vurup gözyaşları içinde eve yollarlarmış. O da kızgınlığından avluya bile çıkmaz, evde saatlerce kitap okurmuş. Büyümüş, serpilmiş bir gün anasının karşınına dikilip “Ana beni ever!” demiş. Koca karı şaşkınlığından elindeki testiyi yere düşürmüş. Üzülmüş, diyecek söz bulamamış. “Nasip oğul, Allah’ın nasip edeceğini kul hesap edemez.” demekle yetinmiş. Ama buruşuk yanaklarından süzülen damlaları da gizleyememiş. 

O günden sonra köyde üç beş kapı dolaşmışlar. Kimi alay etmiş, kimi kapıyı yüzlerine çarpmış. En insaflısı olan imamın kızı bile edebinden hiç konuşmamış ama anasının eline bir ayna tutuşturup Ali’ye yollamaktan da geri kalmamış. Ali üzülmüş, gücenmiş, köyde dedikodular da almış başını yürümüş. Bir gece teheccüt vakti, olanca ekmek kurusunu heybesine tıkıp, babasının ihtiyar huysuz katırını da aldığı gibi yollara düşmüş. Ondan sonra, ne bir daha köyüne uğramış ne de haber yollamış. Olan, Ali’nin garip anasına olmuş. Aylarca pencere camlarında çamurlu yolları gözlemiş.

Ali yıllarca bir şehirden ötekine, bir ülkeden beridekine dolaşıp durmuş. Gittiği her diyarda yeni şeyler öğrenip meselcilikte iyice usta olmuş. Günlerden bir gün büyük şehirlerden birinde, kendini telaşlı bir kargaşanın tam ortasında buluvermiş. Aksakallı, koca kavuklu adamlar, ellerinde kalın kitaplar, süslü hediyeler bulunduğu hâlde şehrin en büyük binasına doğru koşturuyorlarmış. Meraklanmış. Sormuş, soruşturmuş. O binanın şehzade köşkü olduğunu öğrenmiş. Bu şehirde her perşembe şehzadenin mutluluk günü ilan edilirmiş. Pay-i tahttaki koca sultan, tahtın tek varisi olan şehzadenin keyfini temin için, onu mutlu edenlere hazinesinin kapılarını açar, o da onları mutlu edermiş. 

Fakat her şeyin kötüsüne bakmayı, kötü tarafını görmeyi âdet edinen, karamsar, tatminsiz ve hırçın şehzadeyi mutlu etmek, giderek daha da zor oluyormuş. Aşçılar her defasında daha lezzetli yemekler yapmak, terziler daha iyisini dikmek, soytarılar hiç denenmemiş numaralar bulmak zorunda kalıyormuş. Hele hikâyecilerin, masalcıların işleri... Onlarınki hepsinden zormuş. Küçüklüğünde hikâye dinlemeyi çok seven şehzade, büyüdüğünde o eski hikâyelerin tadını arar olmuş. Eğer hikâyeyi basit bulup başından sonunu tahmin eder ya da hikâye onun istediği gibi bitmezse, adamları bacaklarından bağlatıp köprüden aşağıya sarkıtır, bir gece böylece bekletirmiş. 

Ali, meydanın bir köşesine postunu serip çevresine topladığı birkaç çocuğa renkli masalları anlatmaya başlamış. Çocukların heyecan ve neşesi etraftaki büyüklerin de ilgisini çekmiş. Kâh tek gözlü dev oluyormuş, kâh devi öldüren keloğlan. Hikâyenin en heyecanlı yerinde aniden kesip, “Akça verin; gökçe diyem!” demesiyle postun üstüne üç beş de bozukluk atılıvermiş. Masalı güzelce bitirip, doğruca aşhanenin yolunu tutmuş. Tam yemeğin ortasındayken iki tane muhafız şanğır şungur zırhlar içinde başına dikilmişler. “Şehzade seni istedi, ona masal anlatacaksın!” demişler. Bari yemeğim bitsin demiş, dinletememiş. İki koluna girdikleri gibi bizimkini sürüye sürüye köşke götürmüşler. Meğer o gün köşke hiç masalcı gitmemiş, şehzade de onu camdan görünce, “Tez getirin de maharetini görelim!” demiş. Şehzade muhafızların kollarının arasında yarım yamalak bir adam görünce hayâl kırıklığına uğramış. “Bunun kendine hayrı yok, bırakın gitsin.” demiş. Bu söz, Ali’nin ağırına gitmiş. “Belki güzel bir adam sayılmam ama masalcılıkta da üstüme tanımam!” diye çıkışmış. “Hem masal anlatmakla da kalmam. Sana mutluluk dersi de veririm.” demiş.
- İyi öyleyse başla da görelim.
- Yok, öyle kolay değil, şartlarım var.
- Neymiş şartların?
- Sana masal arasında soru soracağım eğer bilirsen devam ederim, yok bilemezsen benim istediğim bir şeyi yapacaksın. Öyle devam ederim. İsteğim yerine gelmezse de şu kapıdan serbestçe giderim.

- Şehzade, Ali’nin isteğini kabul etmiş. Ali de masalını ağır ağır anlatmaya başlamış. Aradan zaman geçmiş. Masal öyle heyecanlanmış ki şehzade hayretinden dudaklarını dişliyormuş. Çocukluğunda bile böyle heyecanlı masal dinlememişmiş. Ali tam heyecanın ortasında masalı kesmiş. Şehzade öfkeyle bağırmış:

- Niye durdun devam etsene!
Ali, “Sorum var.” demiş ve şehzadeye: “En rahat döşek hangisidir?” Şehzade duraklamış, böyle basit bir soru beklemiyormuş. Gülerek, “Kuş tüyü döşek!” diye cevaplamış. Ali, “Bilemedin.” demiş. “En rahat döşek, yorgunken yattığın döşektir.” ve devam etmiş, “Bu gece hasırda yatacaksın, yoksa anlatmam.” Şehzade bu isteği kabul etmiş, o da anlatmaya devam etmiş. Akşam namazından sonra anlatmayı ikinci defa kesmiş ve sormuş:

- En güzel yemek hangisidir?
Şehzade bildiği tüm saray yemeklerini tek tek saymış ama cevabı bilememiş. Ali, “Açken yediğin yemektir.” demiş ve bilemediği için isteğini söylemiş: “Yarın sahursuz oruç tutacaksın, iftarda da sana yalnızca katıksız ekmekle su verilecek.”. Şehzade bunu da kabul etmiş. “Yeter ki masala devam et.” diyormuş.

İlerleyen saatlerde masal da devam ediyormuş sorular da:
- En güzel içecek?
- Susuzken içtiğin…
- En güzel giyecek?
- Çıplakken giydiğin…
- En iyi dost?
- Dostsuz gününde yanında olan…

Bilemediği her bir soruda Ali’nin şehzadeden huzur bozacak yeni istekleri oluyormuş. O da yeter ki masal devam etsin, ben sonra intikamımı alırım diyerek bunları sineye çekiyormuş. Masal ne bitiyormuş ne de heyecanından bir şey eksiliyormuş. Ali’nin istekleri de giderek ağırlaşmaya başlamış. Artık kuyudan suyu o getirecek, odunları o taşıyacak çıplak ayak dolaşıp banyosunu soğuk suyla yapacakmış. Hizmetçilerin de hepsini izne göndermiş. Bundan böyle her işi kendi yapacakmış. İkinci günün akşamı, verdiği sözlerin zahmeti kendini hissettirir olmuş. İyice keyfi kaçmış ama masal da en tatlı yerine gelmiş. Tam düğüm noktasında Ali masalı bir daha kesip “Mutlu insan kimdir?”diye sormuş. Şehzade sinirlenmiş. “Eğer ben bunu biliyor olsaydım zaten mutlu olurdum. Ne biçim soru bu?” diye çıkışmış. Ali anlatmayı durdurmuş “Cevap vereceksen ver, yoksa isteğimi söyleyeceğim.” demiş.

- Bilemedim haydi sen söyle.
- En mutlu insan, yitiğini bulan insandır.
- Peki, isteğin nedir?
- Masal bitene kadar şehzade ben olacağım, sonra istersen beni kes. 
- Bre adam sen delirdin mi, bu ne demektir?
- Madem öyle, senin masal dinlemeye gönlün yok. Sal beni de gideyim.
- Masal bitene kadar ama değil mi?
- Evet, bitene kadar…

Şehrin kadısını çağırmışlar, huzurunda bir ahitnâme imzalamışlar. Masal bitene kadar sancağın şehzadesi Ali olmuş. Ahitnâmenin ardından şehzade sancak mührünü Ali’ye teslim etmiş. Etmiş ama şehzadenin asıl çileli günleri bundan sonra başlamış. Günler geçmiş, haftalar geçmiş ama masal bir türlü bitmiyormuş. Bitmediği yetmezmiş gibi hem köşkün işlerini yapıyor hem de Ali’ye hizmet ediyormuş. Şehzade perişan olmuş, açlıktan, yorgunluktan bitap düşmüş. Bu masal ne zaman bitecek diye düşünürken Ali bir akşam yemeğinde şehzadeyi yanına çağırıp ona kızarmış tavuk ikram etmiş. Sonra “Güzel miydi?” diye sormuş. Şehzade, “Hayatımda yediğim en lezzetli yemekti.” demiş. Ardından tekrar döşeğini, elbiselerini, mallarını bir bir geri vermiş. Hizmetçileri de geri çağırmış. Her defasında öyle mutlu oluyormuş ki âdeta dünyanın en mutlu insanı benim diye sokaklarda koşası geliyormuş. Sıra gelmiş şehzadeye sancak mührünü geri vermeye. Şehzade mührü geri alınca öyle rahatlamış, öyle mutlu olmuş ki ömründe böyle ferahlık duymamış. Zaten olanlar babasının kulağına gidecek diye de günlerdir titrer dururmuş.

Ali, Şehzadeye, “Nasıl Şehzadem mutlu oldunuz mu?” diye sormuş. Şehzade çok mutluymuş ama neden daha önce bu mutluluğu hissedemediğini merak etmiş. Ali’ye sormuş. Ali de, “Şehzadem dünyada her şey zıddıyla bilinir. Aç olmayan tokluğun, hasta olmayan sıhhatin lezzetinden mahrum kalır. Siz mutluluğu tatmak istediniz ama gerçek mutsuzluğu hiç tatmadığınızdan mutluluğu hissedemediniz. Önce sizi mutsuz etmek gerekiyordu. Şu Kadir Mevlamın işine bakın ki zıtları birbirinin içinde gizlemiş.” demiş. 

Bu sözün ardından masalı bitirip gitmesi gerekiyormuş ama öyle yapmamış. Masal bitti demiş sonra kapıya yönelmiş. Masalın sonunda kahramanın evlenip mutlu bir yuva kurması bekleniyormuş ama tamamlamamış. Şehzade ısrar edince gerçek meydana çıkmış. Aslında Ali’nin çok da masal bildiği yokmuş. Köyden tanıdıkların kimine peri, kimine cadı deyip kendi hayatını masal kılığına sokuyormuş. Kahramanı da hep kendisi oluyormuş. Evlenemeyen kahraman da kendisiymiş. Şehzade, Ali’nin derdini anlamış, çevre köylere tellal gönderip, Ali’yle evlenip onu mutlu edecek geline eşi benzeri görülmemiş elmas takılı bir gerdanlık vereceğini ilan ettirmiş. Ama gelin Ali’yi nasıl mutlu edeceğini önce şehzadeye anlatmalıymış. İmamın kızı da dahil pek çok kişi gerdanlık hevesiyle sıraya girmişler. Ama şehzadenin gözü hiçbirini tutmamış. Ta ki kocasından boşanmış, üç çocuklu, dul bir kadın gelene kadar… Ali’ye bu kadını layık görmüş. Fakat Ali seçimden memnun olmayarak, neden bu adayı seçtiğini sitemkâr bir ifadeyle sormuş. Haftalardır mutluluğun dersini alan şehzadenin cevabı güzelmiş:

- Diğerlerinin hepsi gerdanlık hevesi geçince neden daha iyi bir kocaya varmadım diye pişman olup senin kıymetini bilemeyeceklerdi ama bu dul kadın, kötü koca ne demek iyi bildiği için senin gibi iyi yürekli ve akıllı bir adamı başının üzerinde taşır, demiş. 

Şehzade Ali’ye şaşalı bir düğün tertiplemiş. Bir sürü de hediye vermiş. Sultan olunca da onu sarayına getirtip kendine akıl hocası yapmış. Bu adam neci diye soranlara da: “O benim dostsuz günümde bana dost olandı” dermiş.


22 Aralık 2011 Perşembe

Şiirlerde Sen Varsın

Annemi yazacağım, gönüllerin gerçek sultanı annelerin aziz hatırasını yazacağım. Burcu burcu anne kokan şiir demetlerinde anne koklayacağım. Annemin yüreği kadar beyaz dualarının sıcaklığını taşıyan şiirlerde ısınacağım.

Sen melek kanatlarında taşman ilkbahar yağmurlarından daha çok ağladın benim için. Sen, sana tam layık olamayan oğlunun hasretiyle çorak topraklar gibi yandın, kavruldun. Göğü yıldızlarla dolu gecelerde kalkıp benim için içli dualar ettin.
Ve ben biliyorum; 

"Anamın duaları üzerimde olmasa 
Yıkılır sırtımı verdiğim duvar 
Kopar, ellerime gelir tutunduğum dal 
Kapımı çalmaz bahar"(1)

Köyümün kekik kokulu yaylalarını özlüyorsam ben, o yaylalarda çocukluğumun sevecen günlerini buluyorsam yeniden, hep sendendir! Çocuk yanlanma, çocukça tavırlarıma tahammül edişin şimdi bile aklıma geldikçe, gözlerim dolu dolu olur. Ellerini saçlarımda hissettiğim anlar, en güzel ipekten dokunuşlardı benim için. Başımı dizlerine koyduğum dakikalarda sonsuzluğa yelken açmış hissederdim kendimi.

O şefkat, o güven, o güzelim sevda ve sözlerine akseden kalbinin titrekliği, beni ben yaptı bilesin. Yüzünün nakısı, gözlerinin buğusu ve kirpiklerinden damlayan yaşlar, duygularımı filizlendiren anılar oldu. Ama en çok da Rabbime yönelişlerin ve gönülden duaların, ruhumda yer eden ebedi güzelliklerindi.

"Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur 
"Yavrum!" diyen sesinde 
Ve huzurun günde beş vakit nabzı vurur 
Beyaz tülbentinde, seccadesinde"(2)

Veysel Karani'yi anlatırdın bize, Peygamber hanesine gidip de Sevgililer Sevgilisini görmeden gelen o büyük insanı,sen sevdirmiştin bize. Anne sözünü tutmayı, anneleri üzmemeyi, kendi hassasiyetinle anlatmaya çalışırdın. Bir yandan da yüreğinin kuytuluğundaki serinliklerle içten içe mutluluk duyardın. Sürmeli gözlerinde parıldardı mutluluğun. Göklerin iltifatı vardı üzerinde, taze yüreğinin ürkek heyecanlan vardı.

"Gözlerinde taptaze bir bahardır dört mevsim 
Sevgi enginliğinde kim sana eş olabilir, kim? 
Ayağının altına sermiş cenneti Rabbim
Anne... Büyük Allah'ın büyük eseri anne!"(3)

Kim bilir sana ne sevinçler yaşattım, belki de farkında olmadığım ne hüzünler... Ama bildiğim bir şey vardı ki; anne, sen benim özlediğim "sılam"dın. Aslında ben köyümü özlemiyordum, özlediğim sendin. Senin, yüreğime dokunan dualarında özlediğim. Görmeye dayanamadığını göz yaşlanndı, sevdandı hasret duyduğum. Sende tattım ilkleri. Sen, nakış nakış işledin güzellikleri ruhumun boş sayfalarına!

"Çocuk kulaklarımda ilk şarkı 
İlk masal, ilk öğüt, ilk sır, ilk dua 
Gördüğüm ilk el, yakaran Allah'a 
Derleyip toparlayan evi barkı 
Sürmeli gözler ki, görmüş geçirmiş 
Gülümserdi yağmur sonrası gibi."(4)

Yanı başında uyuduğumda geceleri, yıldızları baş ucuma getiren annem! Sütünün ve tülbentinin beyazlığı kadar aydın dualarıyla benim için inleyen annem! Kelimeler seni anlatmaktan aciz, ben acizim senin erişilmezliğini haykırmaktan. Gönül dostu şairlerden ilham dileniyorum. Bütün şiirleri sana yürütüyorum. Senin için yazılmış kabul ediyorum bütün şiirleri. Ve senin gibiler için, bütün anneler için...

"Seni göremedim diye bu bahar 
İçimde bin türlü duygunun isyanı var 
Turnaların gökyüzünü sevdiği kadar 
Seni sevdiğimin farkında mısın?"(5)

Mazinin küllenmiş sayfalarında seni buldukça gözlerim doluyor. "Gidebilirsin oğlum!" deyişin; ah, ne güzel nazlı hitabındı! Bağrına sevdam basarak yollardın beni gurbete. İnancın üstün gelirdi evlat sevginden. Ve şefkatin, inancın ak ikliminde yeşerirdi. Senin o yürekten fedakarlıkların keşke layık olabilseydim Hazreti Sümeyra'yı hatırlatır bana. Oğullarının sırtını sıvazlayıp da, "Eğer O'na bir şey olursa eve dönmeyin!" diyen analar anasının hitabına eş tutarım sözlerini.

"Bedir'lenen şu garip devirde sabrı, sevdanın atlastan ikliminde bir sancak gibi dalgalandıran nice anneler vardır. Ve inanıyorum ki, Fatih'ler doğuracak yaşta ceylan bakışlı cananlar vardır. Emanete sahip çıkabilmek için deniz aşırı ülkelere giden ne yiğit oğlu yiğitler vardır.

Doğum sancılarıyla başladı yolculuğum. Beşikten ötesi gurbet oldu. Karanlık gecelerde bir hilal yaptın hayalimi, seziyorum. Bulgur bulgur kaynayan yüreğinde hüzünler pişirdin.

"Hüzünlü gözlerle erdin geceye 
Hüznünü, derdini saklama anne 
Bugün ben ağlarım senin yerine 
Yeter ki sen bir gül, ağlama anne "(6)

Senden uzak yaşadığım şu gurbet ilinde anılarla teselli bulmaya çalışıyorum. Ama yine de, "İlk emdiğim süt gibi sıcak olamıyor anılar. "

Seni şimdi çok daha iyi anlıyorum. Bize olan iştiyakını, bakışlarına yüklediğin şefkatini, kelimelerini sarmaladığın merhametini ben de bir baba olduğum günden beri çok daha iyi anlıyorum. Babamın, hayata cesur adımlarla yürüyebilmesini de artık anlayabiliyorum anne.

"Ve alnım açıksa, başım dikse
Dirliğimiz varsa, mutluysam
Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir
Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum
Ve yavrumsa sevdiren bana her şeyi
Bu mutluluk, bu düzen, bu bitmeyen aydınlık
Anasının yüzü suyu hürmetinedir. "(7)

Ayağını bastığın toprağı cennet bildim. Uykusuz kaldığın geceler benden bedel ister. Ve çaresizlik boynumu büker. Tek sığınağım, senin bana olan yakınlığındır. Bu yakınlığı affıma ferman bildim. Ama her şeye rağmen, benim için inlediğin dakikaların ağırlığı altında eziliyorum. Senin incilerden daha aziz gözyaşlarına, bilmem ki sünger olabilecek mi sözlerim? Sana karşı işlediğim kusurların, "öff" deyişlerin hicabını yaşıyorum. Senin "yavrum" diye atan kalbinde karşılıksız sevgiler, sınırsız affedişler saklıdır, biliyorum. Sen razı olmadan cennet bana nasıl yakın olabilir ki!
Anladım ki: "Ana başa tac imiş Her derde ilaç imiş Bir evlat pir olsa da Anaya muhtaç imiş."(9) 

YAĞMUR



Dipnot
1) Y. Bülent Bakiler
2) Y. Bülent Bakiler
3) H.Nusret Zorlutuna
4) Gültekin Samanoğlu
5) Y. Bülent Bakiler
6) Ramazan Berk
7) Y. Bülent Bakiler
8) H. Nail Kübalı

Aşk Olur Sonsuza

Gözünde billur yaşlar akar akar sonsuza 
Gönlünde pür nur aşklar çıkar çıkar sonsuza
Yâr ellerinde nasır, alnında ölümcül sır
Bir gün değil bin asır bakar bakar sonsuza 


Bağrında kara kışlar çiçek açar sonsuza
Ahlat dalında kuşlar kanat çırpar sonsuza
Teninde çizgi hasır… Ne saraydır ne kasır
Bir gün değil bin asır bakar bakar sonsuza


Aşkın gül menfezinde yâr el açar sonsuza
Destansı düşler kurulur çar naçar sonsuza 
Ney aşkın bir nefes kamış suretinde yansır
Bir gün değil bin asır bakar bakar sonsuza


Hüseyin KOLUKIRIK