Popüler Yayınlar

17 Şubat 2012 Cuma

Hatalar tamir edilebilir yeter ki siz gayret gösterin.


Eşler arasında mükemmellik beklentisi olmadığı sürece hatalar tamir edilebilir. Yeter ki büyük hatalar yapılmamış olsun. Eşler, hatalarını telafi edebilmek için sözleri iyi seçip kullanmalı. Eşler, öfkeler yatıştıktan sonra hatalarından dolayı üzüntülerini ve duygularını güzelce ifade etmeli ve sorunlar için farklı çözüm yolları aramalıdır.
Bütün insan ilişkilerinde olduğu gibi aile içi iletişimde bilhassa eşler arasında yapılan hataların kabul edilişi eşler arası uyumu artırır. Aile ortamı ne kadar huzurlu olsa da kişiler zaman zaman iç ve dış etkenlerin etkisiyle kontrollerini kaybederler. Bu da yanlış alışkanlıkları, bastırılmış duygu ve düşünceleri ortaya çıkarıp istenmeyen davranışlara yol açarak ortamı gerer ve yuvayı huzurlu bir mekân olmaktan çıkarır. Zaman zaman bu gibi durumların olması, kişilerin kendilerini tanımasını ve hata yaptıkça geliştirmesini sağlar.
Sağlıklı bir ailede eşler birbirinden mükemmellik beklemedikçe hataları tamir etme ve gelişme imkânı vardır. Önemli olan, tamir edilemeyecek hataların yapılmamasıdır. Eşler doğru bir şekilde hatalarını kabul ettiklerinde bu, ailede güzel bir alışkanlık haline gelir. Bu da eşlerin mükemmellik beklentisi içinde olmamakla beraber olabildiğince yanlış davranışlardan kaçınması, sözü güzel seçip karşı tarafı kırmamaya, aşağılamamaya özen göstermesi ile mümkündür. İstenmeyen bir durum ortaya çıkınca da her iki tarafın kendi hatasını kabul edip üzüntüsünü ve duygularını doğru bir şekilde ifade etmesi, gerginlikleri azaltır.
GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTAYA GELİNMEMELİ
Aile içi iletişimde yanlış anlaşılmalar sıklıkla yaşanabilir. Farklı çevrelerden ve ailelerden gelen değişik deneyimlere sahip olan bireylerin olaylara farklı açılardan bakması doğaldır. Böyle olunca da yaşanan istenmeyen bir durumun ne kadar ihmal, unutma veya hatalarla ilişkili ne kadar da önlenebilir olduğunu anlamak kolay değildir. Eşlerden birinin kendi isteğine zıt ve yanlış bulduğu bir durumun, eşinin iradi davranışları veya ihmali sonucu ortaya çıktığını düşünmesi, diğerinin de bunu kabul etmemesiyle anlaşmazlık ortaya çıkar. Buna bir de kişiselleştirme, genelleme, engellenmişlik gibi duygularla karışık öfke eklendiğinde evlilik bardağı taşıran son damlalarla birlikte ciddi sarsıntılar geçirir, hatta geri dönülmez noktalara gelinir.
Eşler arasında sıklıkla iki türlü iletişimle karşılaşırız: Suçlayıcı ve savunucu iletişim, eşlerin duygularını 'ben' diliyle ifade edip duygularının sorumluluğunu yüklendiği açık samimi iletişim.
Suçlayıcı-savunucu iletişimde kişiler bir anlaşmazlık durumunda buna yol açan sebepleri anlamak yerine doğrudan karşısındaki kişiyi suçlamayı tercih eder. Bunun karşılığında eş kendisini savunmaya başlar. Sürekli suçlanmanın zamanla meydana getirdiği stres, kişinin kendisine karşı yapılan hataları daha fazla görmesine yol açar. Bu da kısırdöngülere, birbirini takip eden sorunlara yol açıp aile içindeki gerginliği artırır.
Eşler arasında kırıcı sözler söylendiğinde genelde her iki tarafın da hatası vardır. Sen haklısın denmesi beklentisi eşler arası gerginliği artırmaktadır. Eşler önce kendi hatalarını kabul etmeli, özür dilemekten kaçınmamalı, kendi kırgınlıklarını da uygun bir dille ifade etmelidir.
Herhangi bir stresli durum, anlaşmazlık veya kırgınlık sonrası eşlerden birinin veya her ikisinin öfkesi yatıştıktan ve hata yapıldığı ifade edildikten sonra problemin belirlenmesi bu gibi durumların tekrarlamaması için ilk adım olacaktır.
İkinci adım; eşlerin birlikte farklı çözüm yolları üzerinde düşünmesidir. Bu çözüm yollarının içinde, mevcut duruma en uygun olanı belirlenip uygulamaya geçilmelidir. Daha sonra bu çözüm şeklinin problemi ne derece azalttığı veya ortadan kaldırdığı zaman içinde gözden geçirilmeli, yetersiz olduğunda eksiklikler tamamlanmalı veya farklı çözüm yolları denenmelidir. Bu şekilde eşlerin ve diğer aile üyelerinin problem çözme becerileri de gelişmekte, hata ifade edilmekle kalmayıp tekrarlaması da önlenmektedir.
Gerginliklerin az olduğu, eşlerin güzel ahlaklı olup birbirini olduğu gibi kabul ettiği, davranışlarında art niyet aramadığı, hataları karşısında da hoşgörülü davrandığı, problemlerin çözme yoluna gidildiği ailelerdeki huzur ortamı sevgi bağını da güçlendirmektedir.

FARİKA TEYMUR ARTIR UZMAN PSİKOLOG  

15 Şubat 2012 Çarşamba

Web kameralarındaki büyük tehlike!


Uzaktaki dostumuzu görmek için yada iş görüşmeleri için birçoğumuz web kamerası kullanıyoruz. Acaba hiç düşündük mü, bu kameralar ne kadar güvenli?

Bir grup bilişim güvenlik uzmanı, günde milyonlarca kişinin rahatlıkla kullandığı web kameralarının, göründüğü gibi güvenli olmadığını açıkladı.

Bilgisayar korsanlarının en büyük hedeflerinin toplantı salonlarındaki telekonferans kameraları olduğunu söyleyen uzmanlar, bu kameraların istenildiği gibi yönlendirebildiğini söylüyor.

Güvenlik zaafi bütün bunlarla bitmiyor. Birçok sistem dışarıdan gelen aramaları otomatik açıyor. Korsanlar bütün olan biteni izlemekle yetinmiyor, özel konuşmaları dinleyebiliyor, masada bırakılmış önemli raporları kaydedebiliyor.



Uzmanlar, bilgisayarların güvenliğinin arttırılması için her yıl milyarlarca dolar harcadığını, ancak şirket sırlarının bile tartışıldığı video konferans odasını korumayı düşünen şirket sayısının ise son derece az olduğunu söylüyor.




14 Şubat 2012 Salı

Dostluk Üzerine


Parelenince kafes
Ta kesilince nefes
Çağırırım dost dost.

"Dostluğun su ve ateş unsurundan daha elzem ve daha kıymetli bir şey olduğu hususunda mevcut olan atasözü ne kadar doğru ve yerindedir." diyen Montaignenin bu sözü de en az aktardığı atasözü kadar doğru ve yerindedir. Dostsuz hayata hayat denemez. Hayat dostlukla, dostlarla canlılık ve renk kazanır. Hele yüce davaya gönül veren insan için dost herşeydir...

Bacon "Dertlerim dökecek dostu olmayanlar, kendi yüreklerini kemirir" diyor. Evet, bu yönüyle dost bir kaba benzer. Hayatın inişli—çıkışlı yollarında karşı karşıya kaldığı hâdiseler eleme, acıya yahut neş'eye, sevince ait bir şeyler bulaştırır insana. Dolar ve bu doluşla beraber deşarj olma ihtiyacı hisseder insan. Ve koşup dostun kapısına, bağdaş kurup karşısına boşalır, boşalır... Bu hususun dava deyip yola vuranlar için apayrı bir ehemmiyeti vardır. Dava adamı, dava cihetiyle "dostum" dedikleriyle kontak kurmalı, beraber ağlayıp, beraber gülmelidir. Bu hareket tarzı, eskilerin dilinde "istişare" ile yer ve ifadesini kazanırken, yine eskiler, eskimeyen şu veciz sözle yalnızlıkla asla dostluk kurulmamasını salık vermişlerdir: "Sürüden ayrılanı kurt kapar." Aslında yürekleri kemiren de yalnızlık değil midir?

Derler ki: "Dostluk iki vücutta müşterek bir ruh gibidir." Bu söz ancak Yüce Rehber'in "Dostlar sizin için dünya ve ukba sermayesidir."mesajına kulak verip bu düşünce ve bu niyetle filizlendirilen dostluklar ve dolayısıyla mukaddes davaya akord olmuş ruhlar için bahis mevzuu olabilir. Yoksa kabirden ötesini göremeyen göz, karşısındakini dost değil, uşak görecek ve "Buradaki dostlar o günde, yek diğerine düşmandır." fermanının tasdik edicisi olacaktır.

Dost ayrılığının, zamanın bütün musibet ve felâketlerini unutturduğunu söylerler. Ah, bir de "yolda kalan" dostları tanısalardı ne derlerdi? Yıldız belleyip dilek: tuttuklarının, gün gelip kaydıklarını görselerdi ne yaparlardı? Ya her an karşı karşıya bırakılabileceğimiz bir imtihan gününün akla düşürdüğü "Dost kötü günde belli olur, iyi günde yüzlercesi bulunur." sözünün, ideal dilinde ifade ettiği mânâ, bütün bütün belimizi büküp, şakaklarımızı zonklatmalı değil mi? Gayeye;

"Dostun, namerd dehrin mihenk taşına.
Felaket pazarında vurulmuş olsun."

mısralarını atlamış dostlarla varılır. Ser verip; sır vermeyen, tuza ekmek banmasını bilen dostlarla. Öyleyse insan herşeyden evvel dost olabilmelidir. Dost olmasını bilen insan, dost almasını da bilen insandır. O halde insan aramalıdır. Arayan bulur. Dale'nin dediği gibi: "Başkaları 3e alakalanan insan iki ay içinde bir çok dost edinebilir. Ama başkalarının kendisiyle alâkalanmasını bekleyen insan iki yılda tek dost kazanamaz."
Dostlukta aranan ilk şart itimad, güven ve cesaret verebilmektir. Bu sacayağına o-turtulamayan dostluklar aldatıcı ve yıkılmaya mahkumdur. Hak ve hakikat hizmetçilerinde aranılan ilk vasıflar da şüphesiz bunlar olacaktır. Çünkü günümüz insanı bu hislerin hasretini çektiği kadar bir başka şeyin hasretini duymamıştır.

Dostluk esas mânâ ve tonunu, var olduğu için var olduğumuz son rehberle, ilk vekilinin şahsında bulmuştur. Topyekun cihana alkış tutturan her huzur dolu devir de bu dostluktan ilham almıştır. Batılı "Dostluk dünyayı bir arada tutacak tek bağdır." derken belki de bu gerçeği ifade ediyordu.

Soluklarını sinelerimizde duyduğumuz huzur müjdecilerinin de dostluk sırrının sırrına vakıf olması ümidiyle...

A. Tokul  
sizinti

12 Şubat 2012 Pazar

İNSAN-HUMAN: “Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur.” (Epictetus)

İNSAN-HUMAN: “Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur.” (Epictetus): Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürme...

“Bir İnsanın Anavatanı Çocukluğudur.” (Epictetus)



Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU


Birini suçlamak üzere ileri uzattığın elinin
3 parmağının seni gösterdiğini unutma!

Friedrich Nietzsche