Popüler Yayınlar

11 Şubat 2012 Cumartesi

Büyük kardeş, küçüğünü neden kıskanır?


Büyük çocuğun yaşadığı kıskançlığın kökeninde buna-lım yatıyor. Bu, "esas çocuk" rolünü kaybetmekle ilgili bir buhran. Onu çatışmaya sürüklememek için kıskançlık duygusunu ifade etmesine izin verin. Özellikle ba-banın daha kaliteli ilişki ve paylaşımlarda bulunma-sı çocuğun içine düştüğü bunalımı çok daha rahat atlatmasını sağlayacaktır.
Ebeveyn ne kadar önlem alırsa alsın, büyük kardeş yeni doğan kardeşini kıskanır. Bu can sıkıcı durum karşısında anne-baba, büyük çocuklarının şahsiyet gelişiminde bir kusur vehmedip telaşa düşerler. Böyle giderse, onun ileride kötü bir insan olacağını bile düşünürler. Çünkü onların nazarında, ortada kıskanılacak bir durum yoktur. Tam aksine, yeni bir oyun arkadaşı kazanmak üzeredir. Fakat, bu onların nazarında böyledir. Bir de çocuk açısından bakabilseler, durumun çok başka bir renkte göründüğünü idrak edebilirlerdi.
Büyük çocuğun yaşadığı kıskançlığın kökeninde, aslında, bir bunalım yatar. Bu bunalım, "esas çocuk" rolünü kaybetmekle ilgili bir bunalımdır. Aile ile çocuk arasındaki ilişkinin tabiatında anne-babanın çocuğun ihtiyaç ve isteklerini karşılaması, onunla ilgilenmesi ve ona şartsız sevgi göstermesi vardır. Bu ilişkide çocuğa düşen rol de, ağlayarak veya konuşarak ihtiyaçlarını ifade etmesidir. Kardeşi doğana dek büyük çocuk, böyle bir rolü oynamakta iken, kardeşi doğunca, bu rolü büyük oranda ona kaptırır. Anne-babanın ilgi ve alâkası da küçük çocuğa yönelmiştir. Onun emzirilmesi, altının değiştirilmesi, kucağa alınması, öpülüp okşanması gibi davranışlara tanık oldukça, büyük çocuk esas çocuk rolünü, bir anlamda kısa süre öncesine kadar sahip olduğu kendi pozisyonunu kaybettiğini anlar. Ve bir bunalıma sürüklenir. Bu bunalımın kökeninde, esas çocuk rolünü kaybetmesi, ama bir yetişkin davranışı sergileyecek durumda olmaması yatar. Eğer büyük çocuğun önünde bir ağabeyi ya da ablası olsa, bu bunalımı daha kolay atlatır. Çünkü önünde kendilerine benzeyebileceği bir rol modeli olmuş olur. Fakat, kendisinden büyük bir kardeşi yoksa, böyle bir şansı olmaz ve bir boşluğa düşer. Yukarı yönlü gelişim gösteremediği için gözünü tekrar aşağıya diker ve yeni doğan kardeşinin kaptığı pozisyonu tekrar elde etmeye çalışır. O koltuğa tekrar oturabilmek için yeni doğan kardeşine zarar vermeyi ciddi ciddi düşünür. Bazen bunu eyleme döker, bazen de anne babasının kızacağından korkarak niyetini gizleyebileceği bir ortama sürüklenir. Anne-babanın kıskançlık duygusunu onaylamadığı ve sert tepki gösterdiği aile tipinde, büyük çocuk genellikle bu yola sürüklenir ve kendi içinde bir çatışma yaşar. Çocuk rolünde olmak isteme ile büyük gibi davranma arasında yaşanan bir çatışma.
Büyük çocuğumuzu böyle bir çatışma ve bunalıma sürüklememek için her şeyden önce onların kıskançlık duygularını ifade etmelerine izin vermeliyiz. Ardından, anne-babaların yaşlara göre çocuklarının ihtiyaçlarıyla ilgilenmeye devam ettiklerini belirtmeliyiz. Örneğin, ebeveyn küçük kardeşe altını değiştererek, büyüğüne ise derslerinde yardımcı olarak onlarla ilgilenmiş olduklarını ifade edebilirler. Elbette bunu desteklemek için, özellikle babaların büyük kardeşle daha kaliteli ilişki ve paylaşımlarda bulunmaları çok faydalı olacaktır. Böylece, büyük çocuk da "esas çocuk" rolünü kaybetmiş olsa bile, kendisine göre bir çocuk rolüne sahip olduğunu düşünecek ve içine düştüğü bunalımı çok daha rahat atlatacaktır.

Ömer Baldık, Eğitimci-Yazar

7 Şubat 2012 Salı

İNSAN-HUMAN: Çocuğa nimetin kıymetini nasıl öğretmeliyim?

İNSAN-HUMAN: Çocuğa nimetin kıymetini nasıl öğretmeliyim?: Yere düşen ekmek gördüğümüzde kaldırır, yüksek bir yere koyarız. Hatta öpüp alnımıza koyar, öyle bırakırız. Ekmeğe gösterilen bu saygı...

Çocuğa nimetin kıymetini nasıl öğretmeliyim?


Yere düşen ekmek gördüğümüzde kaldırır, yüksek bir yere koyarız. Hatta öpüp alnımıza koyar, öyle bırakırız.
Ekmeğe gösterilen bu saygı ve nimetlere şükür, günümüz çocuklarına yeterli öğretilmiyor. Hatta bu nimetlere şükürsüzlükle de sınırlı kalmıyor, hiçbir şeyden memnun olmayan yeni nesiller yetiştiriliyor. Verilen nimetlere karşı şükür ve saygı hissiyatları geliştirilmediği takdirde çocukta nankörlük, duyarsızlık oluşuyor.
Pedagog Ali Çankırılı, ihtiyaç olan her şey ve üzerimizde emeği olan herkesin nimet olduğunu söylüyor. Çankırılı, başta anne-babası ve öğretmeni olmak üzere kendisinde emeği olan kişilere saygı göstermeyen, iyiliği dokunanlara teşekkür etmeyen bir çocuğun Allah'a saygı göstermeyi ve verdiği nimetlere şükretmeyi öğrenemeyeceğini belirtiyor.
Yemeğe başlarken 'bismillah', yemek bitince de 'elhamdülillah' demenin ve yemek duası yapmanın güzel olduğunu söyleyen Çankırılı, "Bu ezber dualar güzel. Ancak tefekkürden yoksun olduğu için çocukların nimet kavramını ve nimeti vereni anlamalarına yetmiyor." diyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin nimete şükürde eksik olan fikir kısmını çok güzel anlattığını aktaran Çankırılı şunları söylüyor: "Tablacı hükmünde olan insanlardan mesela fırıncıdan ekmek, manavdan meyve alırken bir fiyat ödüyoruz; bedava vermiyorlar. Bunların gerçek sahibi olan Allah, verdiği nimetlere karşılık bizlerden ne istiyor? Üç şey istiyor: Zikir, şükür, fikir. Başta bismillah zikir, sonda elhamdülillah şükür, ortasında bu nimetleri vereni düşünmek, tefekkür etmek, nimetlerin üzerlerindeki harika sanatını görmek de fikir oluyor. Yemek sırasında çocuklarımızla yediğimiz nimetlerin soframıza nasıl geldiğini, toprağa atılan bir tohumun nasıl geliştiğini sohbet tarzında konuşmak da fikirdir, tefekkürdür."
ÇOCUK, EVDEKİ UYGULAMAYI ÖRNEK ALIYOR
Küçük çocuklarda görsel düşüncenin daha aktif olduğunu ifade eden Çankırılı, çocuk eğitiminde davranışların sözlerden etkili olduğunu belirtiyor. Bir lokma ekmeği dahi çöpe atmayarak, tabağa yiyecek kadar yemek koyarak ve hiç artırmayarak çocuğa örnek olunabileceğini vurgulayan Çankırılı, bir anısını şöyle paylaşıyor: Bir akrabamıza yemeğe davetliydik. Baktım evin genç hanımı çöpe bayat ekmek atıyor. 'Ne yapıyorsun kızım!' dedim. 'Özür dilerim hocam, haklısınız' dedi ve ekmeği üç kere öptükten sonra attı. Genç kızımız böyle yapmakla ekmeğe saygı gösterdiğini zannediyordu. Annesinin ekmeği öperek çöpe attığını gören bir çocuk, gerçek anlamda nimete saygıyı anlayamaz ve nimete şükretmeyi öğrenemez. "Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz; Allah israf edenleri sevmez." İlahi ikazı bilmeyenimiz yoktur. Bilmek başka bununla amel etmek yani uygulamak başka. Çocuk anne-babayı ve aile büyüklerini taklit ederek büyür.
Pedagog Ali Çankırılı, ailelerin yaptığı en büyük yanlışlardan bir diğerinin de doyduğu halde çocuğa ısrarla yemek yedirilmesi olduğunu belirtiyor. Çankırılı'ya göre anneler iki kaşık fazla yemek yedirmek için çocuğu zorluyor, tabağını dolduruyor ve "Bunu bitirmeden kalkmayacaksın." diyor. Çocuğa zorla yemek yedirilmemeli, acıkması beklenmeli ki yediği yemeğin tadını alabilsin, nimetin kıymetini bilsin.

Nimete saygı, çocuğa oyunla öğretilebilir
Oyun için bir dilim ekmek, bir kaşık un, bir avuç buğday gerekiyor. Yemekten önce oynanırsa daha etkili olur. Çocuğa, 'Bu ekmek bize nerden geliyor?' diye sorun. Çocuk 'bakkaldan' veya 'fırından' diyecektir. 'Ekmek nasıl yapılıyor?' sorusuna büyük ihtimalle cevap veremeyecektir. O zaman bir kaşık unu göstererek nasıl hamur haline getirildiğini ve fırında nasıl pişirildiğini anlatın. İpuçları vererek 'Un fırına nerden geliyor?' sorusunu sorun. Sonra buğdayın öğütülmesini, tarladan hasat edilmesini, ekilmesini, ekilen buğdayın ihtiyaç duyduğu suyu, güneşi anlatın ve onları Allah'ın yarattığını izah edin. Oyundan şu sonucu çıkarın: "Bir dilim ekmeği çöpe attığımızda başta toprağı, buğdayı, suyu, güneşi, havayı yaratan Allah'a, sonra sırasıyla buğdayı tarlaya eken çiftçiye, buğdayı öğüten değirmenciye, ekmeği pişiren fırıncıya ve ekmeği bakkaldan alacak parayı kazanan anne-babamıza saygısızlık yapmış oluruz."

6 Şubat 2012 Pazartesi

İNSAN-HUMAN: Dost

İNSAN-HUMAN: Dost: İnsan sosyal bir varlıktır derler. Bu söz aslında insanın yalnızlığının ve garibliğinin bir başka ifadesidir. Yaşayabilmesi, kendini geliş...

Dost


İnsan sosyal bir varlıktır derler. Bu söz aslında insanın yalnızlığının ve garibliğinin bir başka ifadesidir. Yaşayabilmesi, kendini geliştirebilmesi için başkalarına ihtiyaç duyar. Cennet bile onun bu ihtiyacını karşılamaz Zira insanın sadık bir arkadaşa, vefalı bir dosta ihtiyacı yeme-içme ihtiyacından daha az değildir. Bütün bir ömür boyunca bu vefalı dostu arar.
Böyle bir arayış insanın zayıflığının ve yetersizliğinin delilidir. Yaratılış itibariyle kalben herşeyle irtibatlı olan insan ruhu, güç yetiremeyeceği sonsuz arzu ve isteklerini gerçekleştirmek, korkularından emin olmak için mutlaka bir başkasına dayanmak, ondan güç ve teselli almak zorundadır. Esasen mayası sonsuzlukla yoğrulmuş, ebediyete aşık insan ruhunu gelip geçici hazların, fani dostların tatmin etmesi mümkün değildir. Onu ancak herşeye malik, ezel ve ebede hakim, herşeye gücü yeten Allah itmi’nana erdirebilir. Ama ne yazık ki insanların çoğu bundan habersizdir. Adeta kalabalıklar içinde yalnız, kimsesiz ve çaresizdir. Sesler içinde sağır, renkler içinde de kördürler. Dost diye nicelerine gönül bağladıkları halde bir türlü vefa görmemişlerdir. Fuzuli
Dost bî-pervâ, felek bi-rahm, devran bi-sükûn
Derd çok, hemderd yok, düşman kavî, talih zebûn
diyerek fani dostlardan şikayetini dile getirir.
Evet, dost diye derdlerimizi açtığımız nice kimseler, makamlar vardır ki, vefa bir yana bazen ihanet bile edebilirler. Buradaki hata bize aittir, gerçek dostu çağırmama hatası.. içimizi O’nun kapısında dökmeme, başka mercilere müracaatta bulunma hatası. Halbuki (haşa ve kella) O Vefiyy bize ne vefasızlık etmiş ne de bizi terketmiştir. İnsanın garipliğine, cahilliğine bakın ki, böyle bir dostun dostluğunu bırakıp başka seraplar peşinde koşturur. Bu serapların hiç olduğunu anlayana kadar da iş işten geçmiş olur. Öyle ise vakit fevt etmeden Niyazi-i Mısrî gibi onu aramak herhalde en makul ve en faydalı bir iş olacaktır.
Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp
Şevk ile hemdem uçup, çağırayım Dost, Dost
Böyle bir talebin O’nun tarafından reddedilmeyeceği apaçıktır. Reddedilmek şöyle dursun bu sihirli bir düğmeye dokunma gibi tesir eder. Talebin samimi olduğunu gösteren ameller icra edildikçe, O’da kulunu kendine yaklaştırır. Öyle ki O, kulun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur. Yani kul, oturur kalkar, O’nu görür, O’nu duyar, yaptığı işleri de O’nun için yapar. Böyle bir istekten uzak olanlar ise Mevlana Hazretlerinin dediği gibi dertlerden bir türlü kurtulamaz. “Bir gönül ki, Dost’tan, Dost talebinden hâlîdir, o ızdırap ve sıkıntılardan kurtulamaz. Bir baş ki, O’nda dost sevgisi yoktur, o başta öz ve manâ arama! Zira o baş bir post ve deriden ibarettir.”
Yeri gelmişken dost taleb eden muzdarip bir ruhun soluklarına bakalım:

Dost ile dost olmak gayem
Başka şey istemez gönlüm
Aşk u şevk olsun sermayem
Tambur ney istemez gönlüm
Tek O’nunla dost olayım
Kadehler gibi dolayım
Gül bahçesinde kalayım
Nam almak istemez gönlüm
Evet kul Allah’a dost oldukça, Dost’un dostluğuna vefa gösterince hep O’nu arar, O’nu düşünür, başka şeylere karşı da kapalı kalır. Devamlı duygularında O’nunla dolar, boşalır. O’nu sinesinde pekçe tutar. Böyle bir ruhun ise dünyevi tasa ve endişelere takılması imkansızdır. Dipdiridir ve hep canlı kalır.
Baş koyup Hak eşiğinde bekleyen
Dost düşünüp, dost deyip, dost söyleyen
Şevklerle şahlanıp, aşkla inleyen
Yüz hazan görse de sararıp solmaz.
Bu Allah dostları, kainatın yaratılması için yeter bir sebeptirler. Marifetullah, muhabbetullah, zevk-i ruhani, şevk-i kudsi, cezbe-i nurani içinde kendilerinden geçerler. Gözleri öyle kamaşır, kulakları öyle dolar, hisleri öyle çağlar ki, kendilerini adeta sihirli bir alemde hissederler.
Ömrünü bitevî Dost yolunda yaşayanlar,
Ruhlarında her lâhza bir başka zevk duyarlar.
Hülyâlarına akan binbir ma’nâyla tutkun,
Bilmezler geceyi-gündüzü sanki hep meftûn.
Allah da onlara öyle mumalede bulunur ki, bir an-ı seyyale ondan gafil olsalar yok olup gideceklerine inanırlar:
Pırıl pırıl şimşekler ve damla damla semâ,
Çiçeklerin gözlerinde sihirli jâleler.
Bir hülyâ maviliğinde dağ-taş, ova-oba,
Renk, ışık arası gelip giden pervâneler.
Birden her yanı sardı altın kanatlı kuşlar,
Gözlerim kamaştı, kendimi Cennet’te sandım.
Gökkuşağından tâk altında sevdâlı başlar,
Coştum bu esrarlı melodiyle O’nu andım.
Bir şevk u târâb içindeydi baktım hilkate,
Yâ Rab çoklar hâlâ bu muammâdan habersiz.!
Dost’la başbaşayken salmış kendini firkate,
Tut beni sımsıkı Dost; Tut ki, edemem Sen’siz..!
Cenab-ı Mevlâ bizi kendine dost kabul etsin, dostlarıyla birlikte etsin.

Gültekin Bibar