Dünyada ne çok dünya var; ne
çok ülke, kent, yol ve arzu… Yolların birleştiği kavşaklarda nereye gideceğini
bilemeyen ne çok kafası karışık insan bulunuyor! Gidilmeyen, dolayısıyla
görülmeyen çok ülke, yürünmedik çok yol var! Arkalarında bin bir ihtimal saklayan
ne çok dağ var çıkılmadık. Yapılan ve yapılamayan ne çok şey var! Doyurulan,
ama kısa bir süre sonra yine isteyen ne çok şey var içimizde barınan. Dünya ne
büyük bir yer, dolup boşalan. Gide gide bitiremediğimiz ne uzun yollar var
önümüzde uzanan. Bir ömür, yüzlerce ömür yaşanan, ama yine kendisine doyulmayan
ne şuh bir hayat var bizi sarmalayan. Hayat ne çok çağırıyor; küçük, küçüçük
bir varlıkken, bir ömürlük hayata sahipken, ne çok büyüğe, bitimsize, sonsuza
kışkırtılıyoruz.
Ruhumuzu, içimizi, arzularımızı, doyurulamayışımızı, çok şey istiyor oluşumuzu içinde toplayan beden gemimizde kendimizi büyütürken, bu küçücük bedenimizde kendimizi büyük görürken; içine doğduğumuz dünya, ülke ve şehirler, karşımızda yüzlerce ve binlerce seçenek olarak beliriyor. Dünya, hem içimizde sayılamayacak kadar arzu ve istek uyandırıyor, hem karşısında şaşırıp kaldığımız o kadar tercih sunuyor. Biz bir şey olarak varız, ama karşımızda çok şey, yapmak istediğimiz çok şey duruyor. Kente, dünyaya inmek üzereyken, karada akıp giden binlerce yol bizi çağırırken, kendimizi bu yollara vurmaya karar vermişken, birden aklımıza, içimize sorular düşüveriyor: Bir tek şey olarak çok şeye yeter miyiz? Biz bu kadar çok şeyi içimize alabilir miyiz? Hayatımız yeter mi buna, bu kadar şeye güç yetirebilir miyiz? Sonu görünmeyen dünyanın çağrılarına, yürümekle sonu gelinmeyecek yollara, tatmin edildiğinde bize daha fazlasını istetecek arzulara kendimizi açtığımızda, hayatın hepsine, dünyanın tümüne gidebilir ve sahip olabilir miyiz? Bu mümkün mü, gerçekten bunu başararak son nefesini vermiş bir tek insan yaşamış mı?
Güz mevsiminin o esaslı havasında, Ramazan’ın kendine mahsus ikliminde kendime düşmüşken, kendimi içimin yollarına vurmuşken, okyanusta yolculuklar yapan bir gemide doğan, orada büyüyen, hiç karaya ayak basmamış muhteşem bir piyanisti anlatan filmi izledim. Hayaller ülkesi Amerika’ya her sınıftan binlerce yolcu taşıyan bir gemide anne ve babasız bir çocuk olarak büyüyen, bakımını üstlenen adamın doğum tarihi olan 1900 ile isimlendirilen bu çocuk, seksen sekiz adet piyano tuşunun çıkardığı sayılı seslerden sonsuzlukla akraba bir müzik yapar. Bir piyano, on parmak ve seksen sekiz tuş, yani ‘sınırlı’ olan, bir ‘sonsuz’luğu doğurur. Otuz yıl, yüzlerce sefer ve binlerce kulak, 1900’ün parmaklarıyla hareketlenen piyanonun tuşlarından sonsuza uçurulan bir müziğe tanıklık eder. 1900 ismiyle bilinen, paltosuna ve bir yolcu gemisine sığınan küçük cüsseli bu piyanist, içine düşüp oradan dışarı çıkardığı müzikle ‘sonsuz’laşır.
1900 isimli piyanist bir gün olsun gemiden inip karaya ayak basmamıştır. Geminin alt katlarındaki odasının penceresinden seyrettiği kadarıyla kıyıları, kentleri, dünyayı bilmektedir. Bir gün, gemiden ayrılıp karaya ayak basmak, hep okyanus üzerinden seyrettiği kıyılardan okyanusun çığlıklarını duymak ister. Okyanustan kıyıları ve kentleri çok görmüştür, bu sefer kıyılardan ve kentlerden okyanusa bakmayı düşünür. Valizini hazırlar, arkadaşının hediyesi şık paltoyu üzerine geçirir, yüzlerce bakışın merakı ve alkışı içinde geminin merdivenlerinden iner. Merdivenin bir basamağında durup karşısındaki kente bakar. Gökdelenler uzanmakta, yüzlerce yol akmaktadır. Kent gri bir sisin içindedir. Limanda ve kentin caddelerinde insan kalabalığı, uğultu vardır. Bakar, uzun uzun bakar. Bir adım daha inmez, öylece bakar. Sonra vazgeçip gerisin geriye basamaklardan yukarı çıkar. Bir piyano, on parmak, seksen sekiz tuşla sınırlı bir hayata döner. Yüreğinin tuşlar üzerinde kıpırdattığı parmak uçlarıyla insanın içini dirilten müziğine koyulur.
Yıllar, uzun yıllar sonra, 1900’ün içinde doğup büyüdüğü gemi yaşlanmış, yorulmuş ve yolculuklardan düşmüştür. Bir demir yığınına dönüşmüş bu gemi tonlarca dinamitle parçalanmak istenir. Yıllarca 1900’e eşlik etmiş bir diğer müzisyen, 1900’ün gemide yaşadığına inanmaktadır. Bu müzisyen demir yığınına dönüşmüş bu gemiye biner, 1900’ün yıllar önce gemide mavi gözlü bir kızın gözlerine bakarak bestelediği bir müziği çalar. 1900, sığındığı yerden dışarı çıkar. Arkadaşı, biraz sonra bu geminin patlatılacağını söyler; bu gemiden ayrılmayı, dışarıda birlikte müzik yapmayı teklif eder. 1900, ‘hayır!’ der. ‘Dünya çok şey, git git sonuna varılamıyor. O kadar kent, o kadar ülke, o kadar yol, o kadar istek, o kadar şey… Say say bitmiyor dünya… Gemiden inip kıyılarda yaşamaya karar verdiğim günü düşün. Evet, merdivenlerden kıyılara, kentlere, dünyaya baktım. Sonu göremedim. Küçücük bedenimle ve ufacık varlığımla, bu kadar büyük dünyaya yetemeyeceğimi, orada kaybolacağımı, ufalanıp eriyeceğimi anladım. Vazgeçtim! Vazgeçip küçüklüğüme, içime, gemime, evime, müziğime döndüm. Çünkü kendi küçüklüğümde, sınırlı bir alana sahip bu gemide, seksen sekiz tuşta yaptığım şey beni büyütüyordu. Gemide ve seksen tuşun içinde sonsuzlaşıyor, dar alanın içinde derinleşip büyüyordum. Kıyılara gidip orda kalsaydım, sonsuz gibi görünen o yerde küçülüp yok olacaktım. Hayır, bu gemiden inmeyeceğim. Dünya piyanosunun karşısındaki sandalyeye oturamayız, o sandalyenin sahibi başkası!’
Gittikçe hızlanan, zamanla daha da karmaşık bir hâl alan dünyada iktidara geçip ona egemen olmak, dünyaya söz geçirip ona yetebilmek isteğiyle yanıp tutuşurken, fark etmeden insan olmaktan çıkıyoruz. Kendimizden dışarı çıkıp kendimize yabancılaşıyoruz. Başkasına ait bir sandalyede dünyanın sınırsız tuşları içinde parmaklarımız hep yanlış müziği, bir kakofoniyi çıkarıyor. Kulakları rahatsız eden, yüreği burkan, içleri karartan bir sesi yayıyoruz. Bu sesin içinde siliniyor, boğuluyoruz. İçlerimizde, küçük görünen ama aslında büyük olan durumlara yabancılaşarak yanlış yapıyoruz. Dışarıda, aslında küçük olan meseleleri büyüterek, kendimizi bunlara adayarak kaybediyoruz.
1900 Efsanesi isimli bu film, şu esaslı hakikatin altını çiziyor: Yığınlarca arzuyu kışkırtan ve yüzlerce tercihi önünüze koyan, kendisi efsane olan dünyaya kendinizi kaptırmayın! İstekle, büyük bir şehvetle kendinizi ‘dışarı’ atmayın! ‘Dışarı’ya yetemezsiniz, kaybolursunuz orada! Evinize dönün, kalbinize! İnsan, dünyaya söz geçirmek gibi bir güçten yoksundur; o sadece kendisinde, içinde büyüyebilir.
Ruhumuzu, içimizi, arzularımızı, doyurulamayışımızı, çok şey istiyor oluşumuzu içinde toplayan beden gemimizde kendimizi büyütürken, bu küçücük bedenimizde kendimizi büyük görürken; içine doğduğumuz dünya, ülke ve şehirler, karşımızda yüzlerce ve binlerce seçenek olarak beliriyor. Dünya, hem içimizde sayılamayacak kadar arzu ve istek uyandırıyor, hem karşısında şaşırıp kaldığımız o kadar tercih sunuyor. Biz bir şey olarak varız, ama karşımızda çok şey, yapmak istediğimiz çok şey duruyor. Kente, dünyaya inmek üzereyken, karada akıp giden binlerce yol bizi çağırırken, kendimizi bu yollara vurmaya karar vermişken, birden aklımıza, içimize sorular düşüveriyor: Bir tek şey olarak çok şeye yeter miyiz? Biz bu kadar çok şeyi içimize alabilir miyiz? Hayatımız yeter mi buna, bu kadar şeye güç yetirebilir miyiz? Sonu görünmeyen dünyanın çağrılarına, yürümekle sonu gelinmeyecek yollara, tatmin edildiğinde bize daha fazlasını istetecek arzulara kendimizi açtığımızda, hayatın hepsine, dünyanın tümüne gidebilir ve sahip olabilir miyiz? Bu mümkün mü, gerçekten bunu başararak son nefesini vermiş bir tek insan yaşamış mı?
Güz mevsiminin o esaslı havasında, Ramazan’ın kendine mahsus ikliminde kendime düşmüşken, kendimi içimin yollarına vurmuşken, okyanusta yolculuklar yapan bir gemide doğan, orada büyüyen, hiç karaya ayak basmamış muhteşem bir piyanisti anlatan filmi izledim. Hayaller ülkesi Amerika’ya her sınıftan binlerce yolcu taşıyan bir gemide anne ve babasız bir çocuk olarak büyüyen, bakımını üstlenen adamın doğum tarihi olan 1900 ile isimlendirilen bu çocuk, seksen sekiz adet piyano tuşunun çıkardığı sayılı seslerden sonsuzlukla akraba bir müzik yapar. Bir piyano, on parmak ve seksen sekiz tuş, yani ‘sınırlı’ olan, bir ‘sonsuz’luğu doğurur. Otuz yıl, yüzlerce sefer ve binlerce kulak, 1900’ün parmaklarıyla hareketlenen piyanonun tuşlarından sonsuza uçurulan bir müziğe tanıklık eder. 1900 ismiyle bilinen, paltosuna ve bir yolcu gemisine sığınan küçük cüsseli bu piyanist, içine düşüp oradan dışarı çıkardığı müzikle ‘sonsuz’laşır.
1900 isimli piyanist bir gün olsun gemiden inip karaya ayak basmamıştır. Geminin alt katlarındaki odasının penceresinden seyrettiği kadarıyla kıyıları, kentleri, dünyayı bilmektedir. Bir gün, gemiden ayrılıp karaya ayak basmak, hep okyanus üzerinden seyrettiği kıyılardan okyanusun çığlıklarını duymak ister. Okyanustan kıyıları ve kentleri çok görmüştür, bu sefer kıyılardan ve kentlerden okyanusa bakmayı düşünür. Valizini hazırlar, arkadaşının hediyesi şık paltoyu üzerine geçirir, yüzlerce bakışın merakı ve alkışı içinde geminin merdivenlerinden iner. Merdivenin bir basamağında durup karşısındaki kente bakar. Gökdelenler uzanmakta, yüzlerce yol akmaktadır. Kent gri bir sisin içindedir. Limanda ve kentin caddelerinde insan kalabalığı, uğultu vardır. Bakar, uzun uzun bakar. Bir adım daha inmez, öylece bakar. Sonra vazgeçip gerisin geriye basamaklardan yukarı çıkar. Bir piyano, on parmak, seksen sekiz tuşla sınırlı bir hayata döner. Yüreğinin tuşlar üzerinde kıpırdattığı parmak uçlarıyla insanın içini dirilten müziğine koyulur.
Yıllar, uzun yıllar sonra, 1900’ün içinde doğup büyüdüğü gemi yaşlanmış, yorulmuş ve yolculuklardan düşmüştür. Bir demir yığınına dönüşmüş bu gemi tonlarca dinamitle parçalanmak istenir. Yıllarca 1900’e eşlik etmiş bir diğer müzisyen, 1900’ün gemide yaşadığına inanmaktadır. Bu müzisyen demir yığınına dönüşmüş bu gemiye biner, 1900’ün yıllar önce gemide mavi gözlü bir kızın gözlerine bakarak bestelediği bir müziği çalar. 1900, sığındığı yerden dışarı çıkar. Arkadaşı, biraz sonra bu geminin patlatılacağını söyler; bu gemiden ayrılmayı, dışarıda birlikte müzik yapmayı teklif eder. 1900, ‘hayır!’ der. ‘Dünya çok şey, git git sonuna varılamıyor. O kadar kent, o kadar ülke, o kadar yol, o kadar istek, o kadar şey… Say say bitmiyor dünya… Gemiden inip kıyılarda yaşamaya karar verdiğim günü düşün. Evet, merdivenlerden kıyılara, kentlere, dünyaya baktım. Sonu göremedim. Küçücük bedenimle ve ufacık varlığımla, bu kadar büyük dünyaya yetemeyeceğimi, orada kaybolacağımı, ufalanıp eriyeceğimi anladım. Vazgeçtim! Vazgeçip küçüklüğüme, içime, gemime, evime, müziğime döndüm. Çünkü kendi küçüklüğümde, sınırlı bir alana sahip bu gemide, seksen sekiz tuşta yaptığım şey beni büyütüyordu. Gemide ve seksen tuşun içinde sonsuzlaşıyor, dar alanın içinde derinleşip büyüyordum. Kıyılara gidip orda kalsaydım, sonsuz gibi görünen o yerde küçülüp yok olacaktım. Hayır, bu gemiden inmeyeceğim. Dünya piyanosunun karşısındaki sandalyeye oturamayız, o sandalyenin sahibi başkası!’
Gittikçe hızlanan, zamanla daha da karmaşık bir hâl alan dünyada iktidara geçip ona egemen olmak, dünyaya söz geçirip ona yetebilmek isteğiyle yanıp tutuşurken, fark etmeden insan olmaktan çıkıyoruz. Kendimizden dışarı çıkıp kendimize yabancılaşıyoruz. Başkasına ait bir sandalyede dünyanın sınırsız tuşları içinde parmaklarımız hep yanlış müziği, bir kakofoniyi çıkarıyor. Kulakları rahatsız eden, yüreği burkan, içleri karartan bir sesi yayıyoruz. Bu sesin içinde siliniyor, boğuluyoruz. İçlerimizde, küçük görünen ama aslında büyük olan durumlara yabancılaşarak yanlış yapıyoruz. Dışarıda, aslında küçük olan meseleleri büyüterek, kendimizi bunlara adayarak kaybediyoruz.
1900 Efsanesi isimli bu film, şu esaslı hakikatin altını çiziyor: Yığınlarca arzuyu kışkırtan ve yüzlerce tercihi önünüze koyan, kendisi efsane olan dünyaya kendinizi kaptırmayın! İstekle, büyük bir şehvetle kendinizi ‘dışarı’ atmayın! ‘Dışarı’ya yetemezsiniz, kaybolursunuz orada! Evinize dönün, kalbinize! İnsan, dünyaya söz geçirmek gibi bir güçten yoksundur; o sadece kendisinde, içinde büyüyebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder