Popüler Yayınlar

6 Temmuz 2012 Cuma

Karı-Koca Arasındaki Haklara Umûmî Bir Bakış


Aile, toplumun en önemli direğidir. Aile nasılsa toplum da öyle olur. Hatta aile, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanma adına büyük bir vesiledir. Aile, buram buram cennet kokan bir bahçedir. Aile, insanın başını sokup kendini dinleyeceği, huzur soluklayacağı bir neşe kaynağıdır. Öyleyse, bu kadar ehemmiyeti olan bir müessesede dengeli bir hayat sürdürmek gerekir. Böyle bir hayat ise, ancak karı-kocanın haklarını idrak etmesi ve mesuliyetlerini yerine getirmesiyle mümkün olur.
Dinimiz iki tarafın da birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını belirtmiştir. Bununla beraber, bu hakların yerine getirilmesinde anlayışlılığı da bir esas olarak benimsemiş, müntesipleri olan biz Müslümanlara mutlaka anlayışlı davranmamızı tavsiye etmiştir. Evet, haklar yerine gelecektir/getirilecektir ama gelmediği ya da çeşitli manilerden dolayı getirilemediği takdirde mutlaka anlayış prensibine göre hareket edilmelidir ki aile müessesesi yıkılmadan, hatta sarsılmadan devam etsin. Yoksa “benim vazifem şu” deyip daha fazlasına karışmayan, “hakkımdır bu, alırım” diye direten bir koca ya da kadın, hakkım derken başkalarının hakkını çiğneyecek kadar ileri gidebilir ve bütün bir ailenin hukuku söz konusu olabilir.
Mesela, mehir kadının bir hakkıdır. Hemen verilen mehir (mehr-i muaccel) ve ertelenen, sonra ödenen mehir (mehr-i müeccel) şeklinde iki türlü ödeme şekli vardır. Bazen olur da, kocası hanımının mehrini ödeyemez. Hayat boyu maddi sıkıntı çekerler. İşte burada hak hak deyip kadının mehrini almada ısrar etmesi, aileyi tamamen çıkmaza sokacak ve belki de onun dağılmasına sebep olacaktır.
Yine mesela, erkeğin iki kadınla evlenmesi ruhsat da olsa bir haktır. Yani erkek, birinci evliliği devam ederken ikinci bir kadınla evlenmek istediğinde buna dinen karşı çıkılmaz. Çünkü hukuken verilmiş bir salâhiyettir. Fakat ikinci evlilik olduğu takdirde birinci evliliği tehlikeye girecekse, yani erkek ikinci evlilik yaparak kendimi daha iyi korurum derken hazır kurulu yuvasını yıkacaksa işte burada erkeğin anlayışlı olması, yuvasının saadetini, çocuklarının huzurunu düşünmesi ve alternatif sabır yollarını denemesi gerekir.  
Diğer yandan, kadının evde yemek yapması, bulaşık yıkaması vs. temel vazifesi değildir. Bunlar, insanî boyutuyla geleneklerimize girmiş ve hatta aksi hiç söz konusu olmayacak kadar benimsenmiş güzel uygulamalardır. Ancak, kadının benim böyle bir vazifem yok diye maddi durumu el vermediği halde kocasından hizmetçi tutmasını istemesi yuvayı devam ettirici değil bölüp parçalayıcı bir rol oynar. Kaldı ki, kocasının maddi durumu müsait olsa bile, kadının hizmetçi istemeden evde yemek yapması, bulaşık yıkaması, çocuğunu emzirmesi vs. hizmetler, karı-koca arasındaki sevgiyi ve saygıyı arttırıcı unsurlardır. Tabii ki, bu konularda kocası da hanımına yardım edecek, onu sıkıntı içerisinde bırakmayacaktır.
Verdiğimiz misallerden anlaşılıyor ki, karı kocanın temel haklarından feragat ve fedakârlık göstererek anlayışlı davranmaları, beraberliklerini karşılıklı merhamet ve saygı temelinde sürdürmeleri, yuvayı ayakta tutan temel unsur olmaktadır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Madem aile içerisinde temel haklar konusunda anlayış ve fedakârlık gösterilmesi gerekiyor, o halde neden temel haklar ve vazifeler ortaya konulmuş? Böyle bir soruya cevaben diyebiliriz ki, bu haklar ve vazifeler, karı kocada mesuliyet bilincini geliştirmek ve yetki sınırlarını belirleyerek hadden aşmayı engellemek için konulmuştur. Burada iki türlü yaklaşımdan bahsedebiliriz: Bir kazaî (kazaen/hükmen), iki diyanî (diyaneten/pratik yaşantı). Kazaî açıdan yani hüküm açısından meseleye bakınca, karı-kocadan her biri, haklarını bilecek ve nerede durduğunun/durması gerektiğinin idraki içerisinde yaşayacak.  Ancak, ekonomik, psikolojik, sosyolojik, biyolojik pek çok sebeple, her zaman bu haklarını uygulama imkânı bulamayacağından meseleye bir de pratik yaşantı açısından (diyaneten) bakacak. Sonra kendisine, “haklarımı ne kadar uygulayabilirim, uygularsam ailemle ne kadar uyum içerisinde olurum, haklarımın gereğini yerine getirmemin neticeleri ne olur” diye soracaktır. Şimdi bu kavramlara göre değerlendirirsek, mesela, kadının, kocasını ikinci bir kadınla evlenmeme konusunda zorlamaya hakkı yoktur. Kazaen bu böyledir. Kadın bunu bilecek ve buna göre davranacak. Ancak yukarıda da dediğimiz gibi, koca da bu konuda anlayışı elden bırakmayacak ve bu hakkın uygulanmasında diyaneten sakıncalar olduğunu bilecek, neticede sabretmeyi tercih edecektir. Buna göre, bugün Müslümanların yaşadığı pek çok yerde erkeğin ikinci evliliği kazâen uygundur ama diyâneten uygun değildir. Zira ikinci evliliği düşündüğü takdirde yuvasının dağılma riski vardır. Mehir konusunda da aynı durum söz konusudur. Koca, bunun hanımının bir hakkı olduğunu bilecek (kazâî), mesuliyeti üzerine alacak, hanım da bu konuda kocasını zora sokmayacaktır (diyânî).
Burada yanlış anlaşılmasın, meseleyi tamamen hukuk zeminine çekmek istemiyoruz. Çünkü aileyi sadece hukuk zemininde götürmek, modern anlayışın getirdiği problemlerden biridir ve bugün aile, onun için çok katı bir kurum haline gelmiş ve yine onun için sevgiden saygıdan mahrum bir sürü aile adında beraberlikler oluşturulmuştur. Fakat bu sûrî ve sun’î beraberliklerin neticesinde de boşanmalar uçuk rakamlara ulaşmış ve sahipsiz, şefkatsiz nesiller insanlığın problemi haline gelmiştir. Bu yüzden, işin hukukî yönünün bilinmesiyle beraber aile müessesesinin mutlaka karşılıklı anlayış, sevgi, saygı, hürmet, şefkat ve vefa atmosferinde sürdürülmesi gerekir.
Aile hukukundan bahsedilen pek çok ayette, karşılıklı iyiliğin emredilmesi, takvanın esas alınması, faziletin öne çıkarılması ne kadar manidardır. Mesela boşanma meydana geldiğinde, belli şartlar içerisinde kocanın karısına verdiği mehrin hepsini alma hakkı vardır. Ancak, Allah celle celalühû bu konuda fazileti tavsiye ederek şöyle buyuruyor: “Ey kocalar, sizin bağışlamanız (müsamaha gösterip mehrin tamamını bırakmanız) takvâya daha uygun düşer! Birbirinize lütuf ve mürüvvet göstermeyi unutmayın. Allah sizin bütün işlediklerinizi görür.” (Bakara Suresi, 2/237)
Evet, hukuk, temel sınırları belirler ve insana bir mesuliyet şuuru verir. Ancak, hukukun uygulanmasında mutlaka karşılıklı sevgi, saygı, merhamet ve anlayışlılık göstermek de vicdanî, ahlâkî bir vazifedir. Makalemizi burada bitirirken, Bediüzzaman Hazretleri, eserinin çeşitli yerlerinde ısrarla vurguladığı bu hususu özet mahiyetinde vermek istiyoruz: Herkesin evi, küçük bir dünyasıdır. O dünyanın hayatı ve saadeti; erkeğin ortaya koyması gereken hakiki, şefkatli ve fedakârca bir merhamet ile kadının göstermesi gereken samimi, ciddi ve vefalı bir hürmet sayesinde mümkün olur. Evet, erkek şefkat ve merhametini gösterecek, kadın da beyine karşı vefalı ve hürmetli olacaktır. Bu iki değerli varlık, birbirlerinin güzelliklerini takdir ve taklit edecekler, kusurlarını da merhametle ve sabırla ıslah etmeye çalışacaklardır. Fıtraten taşıdıkları bazı özellikleri ise düzeltmeye kalkmayacaklar, onları öyle kabul edeceklerdir. Her iki taraf da, aileden maksadın, Allah ve Resulü’nün hoşnut olacağı ideal bir nesil yetiştirmek ve ebedi cennetlerde beraber yaşamak olduğunu unutmayacak, bunun için karşılıklı saygı, hürmet, vefa, sevgi ve merhameti elden bırakmayacaklardır. (Bkz: 10. Söz, 32. Söz, 24. Lema)

3 Temmuz 2012 Salı

Kandil günlerinde oruç tutmak isteyen hangi gün oruç tutmalıdır?

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): “Şaban ayının on beşinci gecesi olduğu zaman o geceyi ibadetle ihya ediniz ve gündüzünü de oruçla geçiriniz...” (İbn-i Mace, ikame, 191; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/258) buyurmuştur. Kandil günlerinde oruç tutmak isteyenler, ihya ettikleri kandil gecesi oruca niyet edip ertesi gün oruç tutarlar. Çünkü dinî hükümlere göre gün, güneşin batışı ile başlar ve ertesi gün güneşin batımına kadar devam eder. Nitekim cuma gecesi dediğimizde aslında günümüz takvimine göre perşembeyi cumaya bağlayan gece kastedilir. Aynı şekilde Ramazan başladığında ilk teravihi oruca başlamadan kılarız. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki kandil gecesinden önceki gün oruç tutmayı yasaklayan bir hüküm yoktur. İhtiyaten kandilden önceki gün ve sonraki gün de oruç tutma tercih edilebilir. Zira oruç tutulması mekruh olmayan günlerin hepsinde oruç tutmak mümkündür ve sevaptır.
http://www.hikmet.net/soru/2111/kandil-gunlerinde-oruc-tutmak-isteyen-hangi-gun-oruc-tutmalidir

2 Temmuz 2012 Pazartesi

65 yaş sonrası biraz kilo, yaşam kalitesini artırır'


İstanbul Üniversitesi (İÜ) İstanbul Tıp Fakültesi'nin, 65 ve 98 yaş aralığındaki 250 darülaceze sakini üzerinde yaptığı araştırmaya göre, sağlıklı yaşam için 65 yaşına kadar formda ve normal kiloda olmak, 65 yaşından sonra ise biraz şişmanlamak gerekiyor.
Çalışma, İstanbul Tıp Fakültesi Başhekimi Prof. Dr. Mehmet Akif Karan'ın başkanlığında 8 kişilik bir ekip tarafından yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Kayışdağı Darülaceze Tesisleri'ndeki 250 kişi üzerinde bilimsel araştırma yapıldı ve sonuçları uluslararası bilim dergisi Elseiver'de yayımlandı.
Prof. Dr. Mehmet Akif Karan, sonuçları değerlendirirken, şişmanlamanın obezite ile karıştırılmaması gerektiğini belirterek, "Kimler daha çabuk ölüyor diye düşündük. Yaşlı insanların ölümünde en ciddi sebeplerin başında, kalp damar hastalıkları geliyor. Peki şişmanlar mı, zayıflar mı daha çabuk ölüyor? Literatürdeki araştırmalarımıza göre de şişman yaşlıların belirli orana kadar daha geç, zayıflarınsa daha kolay öldüğü bilgisine ulaştık." dedi.
Prof. Dr. Mehmet Akif Karan, 65 yaş sonrası için 'normal kilonun üzerinde olun' dediklerini ifade ederek şunları söyledi: "Her yaşlı günlük bin 500 kalori almalı, lifli gıdalar tüketmeli, yüzde 55 karbonhidrat, yüzde 35 yağ, yüzde 15 protein tüketmeli. Çünkü beslenme bozukluğu, vücut kas kütlesini eritiyor. Yaşamınız zorlaşıyor, ilacınızı içemiyor, suyunuzu alamıyorsunuz. Buradan yola çıkarak, '65 yaş sonrası aldığınız kilolar ve yapacağınız egzersizler yaşam kalitenizi kolaylaştırır' diyoruz." İSTANBUL AA