Popüler Yayınlar

23 Mart 2012 Cuma

İNSAN-HUMAN: İnsanı Sevmek

İNSAN-HUMAN: İnsanı Sevmek: Sevgi yaşatan bir iksirdir; insan sevgiyle yaşar.. sevgiyle mutlu olur ve sevgiyle çevresini mutlu eder. İnsanlık sözlüğünde sevgi bi...

İnsanı Sevmek




Sevgi yaşatan bir iksirdir; insan sevgiyle yaşar.. sevgiyle mutlu olur ve sevgiyle çevresini mutlu eder. İnsanlık sözlüğünde sevgi bizim canımızdır; biz birbirimizi onunla hisseder, onunla duyarız. Allah, insanları birbirine bağlama konusunda sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru, bir zincir yaratmamıştır. Aslında dünya, köhne bir harabeden ibarettir, onu taptaze ve canlı kılan sevgidir. Cinlerin, insanların sultanları; arıların, karıncaların, termitlerin bile kraliçeleri, bu sultan ve kraliçelerin de tahtları vardır. Krallar, kraliçeler belli yol ve belli usullerle seçilir ve gelir tahtlarına otururlar. Kimsenin intihabına ihtiyaç duymadan gelip gönüllerimize taht kuran bir sultan varsa o da sevgidir. Dil-dudak, göz-kulak onun bayrağını çektikleri ölçüde birer kıymet ifade ederler; sevgi ise kendinden kıymetlidir. Sevginin otağı sayılan gönül, onun sayesinde kıymetler üstü kıymete ulaşmıştır. Sevgi sancağının gidip önünde dalgalandığı kaleler, kan dökülmeden fethedilmişlerdir. Sevgi askerlerinin ulaşabildiği yerlerdeki sultanlar, muhabbet çerisinin sıradan birer neferi hâline gelmişlerdir.



Biz, gözlerimizde sevginin zaferleri, kulaklarımızda onun davulunun, kösünün sesi bir atmosferde yetiştik. Gönüllerimiz hep onun bayrağının dalgalanma heyecanıyla attı. Sevgiyle o kadar içli-dışlı olduk ki, neticede hayatımızı bütün bütün ona bağlayıp ruhumuzu da ona adadık. Artık biz yaşarsak sevgiyle yaşar, ölürsek sevgiyle ölürüz. Her nefeste, bütün benliğimizde onu duyar; soğukta onunla ısınır, sıcakta da onunla serinleriz. Bizim harb ü darbimizde güm güm sevgi davulunun sesi duyulur; sulh u sükûnumuz da yine sevgi mehteriyle şölenleşir.



Bin bir fenalığın kol gezdiği şu fevkalâde kirlenmiş dünyada, her zaman temiz kalabilmiş bir şey varsa o sevgi, onca sararıp solan gülendam şeylerin yanında hiç renk atmadan güzellik ve cazibesini koruyabilmiş bir dilber varsa o da yine sevgidir. Dünyada hiçbir millet ve hiçbir toplumda ondan daha gerçek, daha kalıcı bir şey yoktur. Onun ninniden daha yumuşak, daha sıcak sesinin hissedildiği yerlerde bütün sesler soluklar kesilir, bütün enstrümanlar susar ve en tatlı nağmeleriyle sessizlik murâkabesine dalarlar.



Varlık, bilinip görülme fitilinin, sevgi çerağından tutuşturulması sonucu meydana gelmiştir. Eğer Hakk'ın yaratma sevgisi olmasaydı, ne aylar, ne güneşler ne de yıldızlar meydana gelirdi. Kâinatlar birer sevgi şiiri, yerküre de bu şiirin kafiyesidir. Tabiat kitabı ve eko sistemde her zaman sevginin gür solukları duyulur. İnsanî münasebetlerde de hep onun bayrağı dalgalanır durur. İnsanlar arasında her zaman revacını koruyan bir akçe varsa o da sevgidir.. ve sevginin değeri kendindendir. Sevgi, en saf altınla bile tartılsa ondan ağır gelir. Altın da, gümüş de değişik borsa ve piyasalarda her zaman değer kaybedebilirler ama; sevginin kapıları her zaman bütün olumsuzluklara kapalıdır ve hiçbir haricî müdahale onun iç ahengini bozamaz. Bugüne kadar, bütün bütün kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiş canavar ruhlardan başkası da ona karşı koymayı, onunla savaşmayı düşünmemiştir. Bence, canavar ruhları uysallaştırmanın biricik iksiri de yine sevgidir. Dünyevî zenginliklerin tesir alanının dışında nice problemler vardır ki, sevginin büyülü anahtarından başka hiçbir şeyle çözülememiştir. Zaten dünyada hiçbir değerin sevgiye karşı koyması ve onunla rekabet etmesi de mümkün değildir. Altının, gümüşün, dövizin, çekin, senedin kartelleri hemen her maratonda muhabbet fedaileri karşısında nakavt olagelmişlerdir. Evet, maddenin patronları, onca gürültü, patırtı, şov ya da ihtişama rağmen gün gelmiş sermayeleri bitmiş, pazarları sona ermiş, ocakları sönmüştür ama, sevginin çerağı her zaman par par yanmış ve ışık olup bütün gönüllere, ruhlara akmıştır.



Muhabbet rahlesi önünde diz çöküp ömrünü sevgi meşk etmeye adamış tâli'liler, hiçbir zaman sözlüklerinde, kine, nefrete, gayza, komploya yer vermemiş ve ölümleri pahasına da olsa düşmanlığa başvurmamışlardır; vurmazlar da. Onların muhabbetle iki büklüm olmuş boyunları her zaman sevgiye selâm durmuş ve sevgiden başkasına kıyam etmemiştir. Hele onlar birer sevgi küheylanı gibi şahlandıklarında, düşmanlık duygusu saklanacak in aramaya durmuş; nefret, gayzından çatlamış; kin, öldüren bir yutkunmaya dönüşmüş ve komplo gelip sahibinin boynuna dolanmıştır.



Bugüne kadar şeytanın en tehlikeli oyunlarını boşa çıkaran bir büyü varsa o da sevgidir. Nebiler; firavunların, nemrutların, şeddatların gayız ve öfke ateşlerini sevgi kevserleriyle söndürmüşlerdir. Bütün hak dostları, şirazesi kopmuş bir kitabın eczası gibi şuraya-buraya saçılmış disiplinsiz ve asi ruhları sevgiyle bir araya getirmiş ve insanî münasebetler alış verişinde buluşturmuşlardır. Sevginin gücü her zaman Hârût ve Mârût'un sihrini bozacak kadar aşkın olmuş ve Cehennem ateşini söndürecek kadar da tesirli. Bu itibarla da sevgi silahına sahip olan birinin artık bir başka silaha ihtiyaç duyacağını sanmıyorum.. evet sevgi, namlusundan fırlamış mermi ve top güllelerini bile tesirsiz hâle getirecek kadar güçlüdür.



İnsanın insanları sevip çevresine alâka duyması, hatta bütün varlığı şefkatle kucaklayabilmesi, biraz da kendini bulup bilmesine, kendi mahiyetini keşfedip Yaratıcısıyla olan münasebetini duymasına bağlıdır. O, kendi derinliklerini, kendi özündeki cevherleri duyup hissedebildiği ölçüde, aynı hususların başkalarında da bulunduğunu düşünür, hem Yaradan'a nisbetin hatırına hem de mahiyetindeki cevherlere karşı kadirşinas davranma hissiyle her varlığı daha bir farklı görür, daha bir farklı duyar ve daha bir faklı değerlendirir. Aslında bizim birbirimizin kadrini bilip birbirimize karşı saygılı davranmamız, her birerlerimizde meknî ve meknûz bulunan cevherlerin bilinmesiyle yakından alâkalıdır. Peygamber beyanı olarak kitaplara geçen "Mü'min mü'minin aynasıdır."1 sözünü, daha da genişleterek, "İnsan insanın aynasıdır." şekline getirip bu son mülâhazayı o ifadeye bağlayabiliriz. Bunu yapabildiğimiz takdirde, hemen herkes, kendinde mevcut olan cevherler adesesiyle, diğer insanlarda bulunan derinlikleri, enginlikleri, zenginlikleri sezip duymasının yanında, bütün bu önemli mevhibelerin hakikî Sahiplerine bağlanmasını da bilir ki, bu da, bütün varlık âleminde görülen güzellik ve cemal, sonra da sevgi ve alâka adına ne varsa hepsi O'na ait demektir. Bu inceliği sezebilen bir ruh, Mevlâna gibi: "Gel, gel aramıza katıl; biz Hakk'a gönül vermiş aşk insanlarıyız! Gel, gel bize katıl da sevgi kapısından içeriye giriver, giriver ve evimizde bizimle beraber otur... Gel birbirimizle içten konuşalım.. (gönüllerimizle sarmaş dolaş olalım da) kulaklardan, gözlerden gizli konuşalım.. Güller gibi dudaksız ve sessiz gülüşelim.. Tıpkı düşünce gibi dudaksız-dilsiz görüşelim.. Mademki hepimiz biriz, birbirimize dilsiz-dudaksız gönülden seslenelim.. Mademki ellerimiz kenetli, gel bu hâlden bahisler açalım.. el-ayak, gönül hareketlerini daha iyi anlar, öyle ise gel dilimizi tutalım, titreyen gönüllerimizle konuşalım.." der ve gönül dilinden bize destanlar sunar.



Bizdeki bu duygu derinliğini, bu insanî alâka zenginliğini ne Yunan ve Lâtin düşüncesinde, ne Grek ve Batı felsefesinde görmek mümkündür. İslâmî düşünce, hemen hepimizi bir cevherin değişik tezahürleri şeklinde görür ve her birerlerimizi bir hakikatin farklı yüzleri şeklinde mütalâa eder. Zaten, Allah birliği, peygamber birliği, din, dil birliği, ülke, millet birliği... gibi fasl-ı müşterekler etrafında bir araya gelmiş insanlar –hadîsin ifadesiyle– bir vücudun ayrı ayrı uzuvları mesabesindedir. El, ayağa rakip olamaz.. dil dudağı ayıplayamaz.. göz kulağın kusurunu göremez.. kalb kafa ile cedelleşemez... eğer bunların bütünü bir vücudu tamamlayan unsurlarsa, biri iki görmek gibi bu çarpık müşâhede de neyin nesi!? Dünyamızın Cennet hâline gelmesinin ve Cennet kapılarının ardına kadar açılmasının, açılıp bize "buyurun" edilmesinin önemli bir vesilesi sayılan aramızdaki birliği bozmak da neden!? Birlik ve beraberlik, Allah'ın muvaffak kılmasının bir yolu ise, bu ihtilaf ve iftirakın mânâsı da ne!? Ne zaman bizi birbirimizden uzaklaştıran duyguları, düşünceleri, ruhumuzdan söküp atacak ve birbirimizi kucaklamak için yollara döküleceğiz?!



Ayrı ayrı mizaç ve meşrepler gibi, Allah'a ulaştıran yollar da mahlûkatın solukları sayısıncadır. Herkes ayrı bir anlayışa, ayrı bir yoruma bağlanır, ayrı bir yoldan yürür, ayrı bir köprüden geçer, ayrı bir merdivenle yükseleceği yere yükselir, ayrı bir helezonla ulaşacağı zirvelere ulaşır.. herkes farklı nağmelerle coşar, farklı enstrümanlar kullanır; ama hepsi de Hakk'ı hoşnut etmeye ve dünyayı Cennetlere çevirmeye koşar. Koşma alanı bu kadar geniş ve hedef de her yola açık ise bu hır-gür de neden!? Hele bir de hasımlarımız, aramızdaki bu ihtilaf ve düşmanlıkları aleyhimizde değerlendiriyorsa...



Konuyla alâkalı düşüncelerimi bir şairimizin şu enfes sözleriyle noktalamak istiyorum:



"Zen merde, civan pîre, kemân tîrine muhtaç,
Eczâ-i cihan cümle birbirine muhtaç." 



Dipnot
1. Ebû Dâvûd, edeb 49; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat 2/325. 

21 Mart 2012 Çarşamba

Yaraları iyileştiren kumaş


Denizli Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Mühendisliği ile Tekstil Mühendisliği Bölümü'nde görevli iki öğretim üyesi, nano teknoloji kullanarak, çinko ve gümüş karışımlı antibakteriyel kumaş üretti. 

Bu kumaş yaraları iyileştiriyor. Evet yanlış anlamadınız. Denizli Pamukkale Üniversitesi'nden iki öğretim görevlisi bunu başardı.
Üretilen kumaşın daha da geliştirilerek insan vücudundaki yaraların daha çabuk iyileşmesinde kullanılması amaçlanıyor. PAÜ Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Karakuş ve Mühendislik Fakültesi Tekstil Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Yüksel İkiz, bir yıldır yaptıkları araştırmanın ve çalışmanın ardından yara tedavisinde kullanılması için tekstil sektöründe çığır açacak yeni bir kumaş türü geliştirdi. Doç. Dr. Karakuş ve Yrd. Doç. Dr. İkiz, “Çinko ve gümüş esaslı mono partiküllerin yara tedavisinde kullanımıö adını verdikleri bir proje başlattı. Projede kapsamında Doç. Dr. Karakuş'un çinko ve gümüş esaslı maddeleri sentezleyerek elde ettiği karışım, Yrd. Doç. Dr. İkiz tarafından, nano teknoloji kullanarak elektrik gücü ile eğirme yöntemi sayesinde kumaşa işlendi. Yapılan son çalışmalarda çinko ve gümüş partikülleri işlenen kumaşın, mikroplara karşı antibakteriyel özellik kazandırıldığı ortaya çıktı. İki öğretim üyesinin geliştirdiği antibakteriyel kumaşın yapılan testlerinde mikroplara karşı koruma özelliği taşıdığı, ancak biraz daha geliştirilmesi gerektiğini belirtildi.

bilim ve teknik

19 Mart 2012 Pazartesi

Nanokulak İle Bakterilerin Sesini Dinlemek























Almanya'da bir grup fizikçi, mikroskobik ölçekteki sesleri duyabilen bir "nanokulak" geliştirdiklerini duyurdu (http://prl.aps.org/abstract/PRL/v108/i1/e018101). Cihaz, optik olarak tutulmuş altın nanoparçacık (nanopartikül) üzerine yapılandırılmış ve araştırmacıların ifadesine göre, biyolojik mikroorganizmalardan çıkan seslerin, nanomakinelerdeki hareketlere ait titreşimlerinin dinlenebilmesine imkân tanıyor.
Partiküller 'optik cımbız' (opticaltweezer) adlı sistem ile tuzaklanır. Optik cımbız denen sistem bir lazer ışınının yüksek kaliteli bir mikroskoptan geçirilerek bir noktaya odaklanması işlemidir. Odaklanma noktasının merkezi bir 'optik tuzak'tır ve burada bulunan partikül tuzaklanmıştır. Zîrâ bu partikül, ışık saçılması (lightscattering) ve gradyan (gradient) denen kuvvetlere maruz kalmıştır. Bu optik alanda bulunmak bir partikülün davranışlarında ve şeklinde herhangi bir değişmeye sebep olmaz. Araştırmacılar bu tuzak içinde bulunan dengedeki bir partikülü ses dalgalarına yakın frekanslar uygulayarak titreştirir ve bu titreşimlerin izlerini bir kamera vasıtasıyla kaydeder. Burada sözkonusu titreşimleri meydana getirme ve bu titreşimleri kaydedip değerlendirme işlemlerini yapan sisteme nano kulak adını veren araştırmacılar, bakteri ve virüs gibi canlı mikroorganizmaların titreşimlerini kaydetmeyi ve mikroskop kavramına yeni bir boyut kazandırmayı hedefliyor. 

18 Mart 2012 Pazar

Çanakkale Savaşı'nın Sudanlı kahramanı: Zenci Musa

Türk tarihinde büyük öneme sahip olan Çanakkale Deniz Zaferi'nde, sayısız kahramanın imzası var.



Tarihçi yazar Mehmet İhsan Gençcan'ın araştırmasıyla ortaya çıkan Musa da bunlardan birisi. Aslen Sudanlı olan Zenci Musa, Girit'te dünyaya geldi. Kahire'de yaşayan ve Osmanlı hayranı olan dedesi, Musa'yı İslâm'ı iyi öğrenmesi ve Osmanlı'yı yakından tanıması için yanına aldı. Askerliğe heveslenince dedesinin teşvikiyle Trablusgarb'ın yolunu tuttu. Türk subayları ve Şeyh Sunusi'nin önderliğinde İtalyanlara karşı verilen mücadeleye katıldı. Savaş bitince oradaki subayların peşine takılarak, Selanik üzerinden İstanbul'a geldi. Zenci Musa artık Osmanlı Devleti için nerede tehlike başgösterdiyse bütün gücüyle orada biten kahraman bir asker olmuştu. Cihad ilan edilmiş, Çanakkale cephesi açılmıştı. 19. Tümen'in Sudanlı ve Araplardan kurulmuş 77. Alay'ına katıldı. Savaşın ikinci ve üçüncü geceleri (26 ve 27 Nisan) alayın İngiliz gemilerinin top atışlarıyla bozguna uğraması sonucu Arıburnu cephesinden geriye çekildiler. Buna sinirlenen Musa, 19. Tümen'den ayrılarak Esat Paşa'nın Kolordu karargâhına gitti. Savaşın kızıştığı dönemde borazancılar da bir bir vurularak şehit oldu. Birçok konuda kabiliyetli olan Zenci Musa, borazancı yetiştirip alaylarına gönderdi.
Yemen'deki 7. Ordu'ya altın götürmek için Musa'nın da aralarında bulunduğu 43 kişi, değişik kılıklarla yolculuk yaparak Medine'ye vardı. 300 bin altını 7. Ordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa'ya teslim etmeleri gerekiyordu. İki gruba ayrılarak yola çıktılar fakat bin 500 yıl önce Hz. Muhammed (SAV)'in de savaştığı Cembele mevkisinde, 25 bin kişilik Bedevi-İngiliz kuvveti tarafından kıstırıldılar. Eşref Bey 'in başında bulunduğu grup, ellerinden gelen her şeyi yaparak bir gün bir gecelik bir savaş verdi. Sonunda Eşref Bey esir alındı. Zenci Musa, bu hengamede grubuyla birlikte altınları kaçırmayı başardı. Hayatı boyunca zor şartlarda yaşayan, savaşlara girip çıkan ve sonunda hamallık yapan bu kahraman, vereme yakalandı. Ali Sait Paşa'nın bütün ısrarına rağmen hastaneye yatmayı kabul etmeyen Musa, bavulunu alıp Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi'ne gitti. Burada kısa bir süre sonra vefat ettiğinde bavulundan sadece bir Osmanlı Devleti haritası, Eşref Bey'in fotoğrafı ve kefen bezi çıktı.