Popüler Yayınlar
-
Evlilikleri bitiren karşılıklı ilgisizlik, çiftlerin boşanma sebeplerinin başında geliyor. Zira iş dönüşü sıcak bir tebessüm bekleyen erk...
-
Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş döneminde medreseler ve Enderûn Mektebi'nin hâricinde iki tür özel okul bulunmaktaydı. Bunların bi...
-
Dünyada ne çok dünya var; ne çok ülke, kent, yol ve arzu… Yolların birleştiği kavşaklarda nereye gideceğini bilemeyen ne çok kafası karışık...
-
30 Mart yerel seçimleri sonuçları konusunda en isabetli oranlara ulaşan Gezici Araştırma Şirketi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesi bir ank...
-
Uzak Doğu kökenli olan yüz refleksolojisi, vücudun belli bölgelerinde toplanmış enerjiyi çözüyor ve bedenin kendi kendisini iyileştirme g...
3 Şubat 2012 Cuma
İNSAN-HUMAN: Farklılıkların Güzelliği
İNSAN-HUMAN: Farklılıkların Güzelliği: Hucurat Sûresi'nin 13. âyetindeki mealen "Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere ayırdık." ifadesini, uzun zamandır anlamakta ...
Farklılıkların Güzelliği
Hucurat Sûresi'nin 13. âyetindeki mealen "Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere ayırdık." ifadesini, uzun zamandır anlamakta güçlük çekerdim. Hattâ kendi kendime sorardım: Hâşâ, mademki tanışacaktık birbirimize sahip çıkacaktık, o zaman niçin farklı farklı yaratıldık? Benzer yaratılsaydık; tek ırk, tek soy, tek millet olsaydık; daha kolay tanışıp, daha kolay kaynaşıp birbirimize daha iyi sahip çıkmaz mıydık?
Allame Hamdi Yazır sözkonusu âyetteki "milletler ve kabileler" hâlinde yaratılmayı yorumlarken bu kelimelerin etimolojik mânâsına dikkat çeker. Çünkü âyette kullanılan kabile-kabail, kafatasını meydana getiren kemiklere ve şa'b-şube ise onların kavuşma yerlerine de işaret eder. Bu kemiklerin ve bağlantı yerlerinin fonksiyonu, birliktelik içinde daha da sağlamlaşarak başın ve beynin muhafazasını üstlenmedir. Benzer şekilde, kabileler ve şubeler şeklinde yaratılmanın hikmeti ayrışmaya değil dayanışmaya vesile olmasıdır. Bediüzzaman da Mektubat adlı eserinde bu âyeti aynı şekilde yorumlamıştır. Bu âyet insanları birbirlerine karşı kin, nefret ve düşmanlığa değil, aksine birbirlerini tanımaya, birbirlerine yardım etmeye, birbirlerinin imdadına koşmaya davet eder.
Aslında âyetin mânâsı çok açık ve farklı yaratılmanın hikmetlerini anlamak da çok kolay görünüyorken; gerek beşerî zaaflar, gerek yetişme tarzı, gerek siyaset ve ideolojilerin zihinleri kirletmiş olması, ırkçılığı insanların çoğunun hücrelerine kadar yerleştirmiş, söküp atılması zor bir ur ve bulaşıcı bir virüs hâline getirmiştir. Yıllardır, farklı yaşlardaki talebelerime sınıflarda soruyorum: Dünyada sadece tek çiçek türü olsaydı, meselâ gül veya sümbül, iyi olur muydu; tek kuş türü olsaydı, meselâ kanarya veya karga, güzel olur muydu; tek balık türü olsaydı, mesela hamsi veya tirsi, iyi mi olurdu; tek meyve olsaydı, tek sebze olsaydı, domates veya patates? Hepsine de verilen cevap: Hayır!
İnsan soyuna geldiğimizde de Hamdi Yazır'ın: "Şube ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak, dövüşmek ve sövüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlakı tatbik ederek daha büyük, daha güzel topluluklar meydana getirip korunmak içindir." dediğine şahit oluyoruz. O hâlde, dünyada sadece beyaz, siyah veya sarı tenli insanlar olsaydı daha mı iyi olurdu veya sadece Türkler olsaydı veya sadece Araplar, Kürtler, Gürcüler, Çerkezler, İngilizler, Almanlar, Rumlar olsaydı her şey daha mı güzel olurdu?
Bir iki fanatik talebenin dışında bütün sınıf, koro hâlinde yine "Haayııır!" diyor. "Niçin?" diye sorduğumda, birkaç saniye düşündükten sonra; kimisi sporda, kimisi sanatta, kimisi de bilimde bir gelişme ve ilerleme olmazdı diye basitçe cevap veriyor. Aynı şekilde, "Biz hepimiz, bütün insanlar birbirimize benzeseydik; kaşımız, gözümüz, sesimiz, boyumuz posumuz, huyumuz, zevklerimiz hep aynı olsaydı, iyi olur muydu?" sorusuna da "Hayır!" cevabını veriyorlar. Sadece kardeşlerinizle aynı olsaydınız; iki, üç, dört, beş kardeşinizle tek yumurta ikizleri gibi benzeşiyor olsaydınız? Güzel olur muydu? Cevap, yine Hayır! Tekrar soruyorum: Peki, sizler şu ânda sınıfta bulunanlar hepiniz, eğer mümkün olsa da kardeş olsaydınız aynı sınıfta okumak ister miydiniz? Evde, çarşıda, pazarda, işyerinde sürekli beraber olmak, birlikte yaşamak ister miydiniz? Bu defa daha yüksekten ve firesiz "Hayır!" diyorlar. Benzer ama biraz farklı bir soru ile "Bir benzerinizin olmasını ister miydiniz?" dendiğinde de bir iki meraklının dışında yine koro hâlinde "Hayır!" cevabını veriyorlar.
Talebelerime sorduğum ve çok basit gibi görünen bu sorulara aldığım cevaplar, bize tefekkürsüzlüğümüz sebebiyle biraz kapalı gibi görünen o âyetin binler hikmetlerinden birini güzel bir şekilde açıklıyor: Tek renk, tek ırk, tek dil olsaydı ne çekilmez bir hayat, ne katlanılmaz bir dünya olurdu. İşte var olmamızın 'özel'liği ve 'güzel'liği, "öteki"nin ve "ötekiler"in var olmasına bağlı. Bizi "biz" yapan ayrı ayrı kişilik ve kimliklerde oluşumuz da farklı yaratılmış olmamıza bağlı değil midir? Hâlık-ı Hakîm hep bu dengeyi kurmuş. Erkek olmasa kadının, kadın olmasa erkeğin; Türk, Arap, Acem, Gürcü ve Çerkez olmasa Kürt'ün; Arap, Acem, Kürt, Çerkez, Gürcü, Alman, İngiliz, Rum ve Rus olmasa Türk'ün başlı başına bir kıymet-i harbiyesi olmayabilirdi. Hattâ aynı ırkın farklı boylarının olması da aynı sebebe ve hikmete yönelik olsa gerektir. Kırgız, Tatar, Oğuz, Kıpçak, Azeri, Türkmen gibi aynı ırkın farklı renklerinin olması, o millet için bir kusur bir noksanlık değil, tam aksine büyük bir zenginliktir.
Eğer başka soylar, boylar, milletler olmasaydı, bizim farkımız veya değerimiz nasıl anlaşılacaktı. Kıyaslamak ve karşılaştırmak, ancak ve ancak başkalarının varlığıyla mümkündür. Çoğu zaman çocukça bir psikolojiyle gizli veya açık, birbirimizin yahut ötekinin kaşını, gözünü, yürüyüşünü, duruşunu, konuşmasını, anlayışını yadırgıyoruz, beğenmiyoruz; ama buna karşılık hiç kimsenin de kendimize benzemesini istemiyoruz.
Anlaşılan odur ki, erkek ve dişi yaratılmanın hikmeti iyi anlaşılırsa, yani farklılık olmadan hayatın bir tadı olmayacağı idrak edilirse, soy soy yaratılmadaki hikmetlerin de şuuruna varılacaktır. Parmak izinin, korneanın, genetik şifrenin ve ses tonunun hiç kimseye benzememesinin hikmetleri ne çarpıcıdır! Öte yandan, bütün fertlerinin her şeyleriyle eşit ve denk olduğu bir toplulukta, dinî muamelâtın gerçekleştirilmesi imkânsız olurdu ki, bu da dünya hayatının yaratılış hikmeti olan imtihan sırrının iptali mânâsına gelecekti.
Tanışma ve anlaşmanın ilk şartı zaten farklı olmak değil midir? Aynı olanların tanışmasının ne mânâsı ne de bir gereği vardır. İşte hikmetin çoğu burada gizlidir! Bütün bu delil ve örneklere rağmen kendi soyumuzdan başkasını beğenmemek, hor görmek ve "Ey Allah'ım 'şunları' ve 'bunları' yaratmanı anlıyorum; ama 'onları' niçin yarattın!" diyebilmek ve böyle bir düşünceyi bırakınız dillendirmeyi, zihnimizden bile geçirmek Âlemlerin Rabbi'ne karşı en azından ciddi bir hürmetsizlik olacaktır. Kâinattaki ve hayattaki her türlü farklılık, Rabb'imizin güzel isimlerinin tecellisi olduğu dikkate alındığında, bize ancak Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi: "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler. Zannetme ki gayreyler, arif onu seyreyler." demek düşer.
Bahri ŞENKAL bsenkal@sizinti.com.tr
2 Şubat 2012 Perşembe
Gripli çocuğa aspirin vermeyin beyinde hasara sebeb oluyor
Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kürşat Uzun, kış aylarında öksürük ve soğuk algınlığı gibi sık karşılaşılan basit enfeksiyonların büyük çoğunluğunun virüs kökenli olduğunu ve viral enfeksiyon olarak adlandırıldığını söyledi.
Viral enfeksiyonların en yaygınının grip olduğunu ifade eden Uzun, enfeksiyonun kırgınlık, ateş, boğaz, baş ve kas ağrısı ile kendini gösterdiğini belirtti. Prof. Dr. Uzun, 7 güne kadar etkili olan gribal enfeksiyonun özellikle çocuklarda, 65 yaş üzeri kişilerde ve kronik bronşit, astım, kalp, böbrek ve şeker hastalarında daha ağır seyrettiğini vurgulayarak, "Risk grubunda bakterinin sebep olduğu zatürre gibi komplikasyonlar ve istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabiliyor." diye konuştu. Uzun, hastalık süresince bol sıvı alınması, meyve tüketilmesi ve istirahat edilmesi gerektiğini bildirerek, bu dönemde ağrı kesici ve ateş düşürücü de kullanılabileceğini ifade etti. Ağrı kesici ve ateş düşürücünün dışında gribal enfeksiyonlarda bilinçsiz ilaç kullanımının yaygın olduğunu da anlatan Uzun, "Özellikle çocuklar, yaşlılar ve kronik rahatsızlığı olanlar uzman hekime başvurmadan ilaç kullanmamalı. Bazı aileler, grip olan çocuklarına ateş düşürmek için aspirin veriyor. Bu çok yanlış. Aspirin beyinde tedavisi mümkün olmayan nörolojik bir hasara yol açabilir. Yine sıkça kullanılan antibiyotik de ciddi sağlık sorunları ortaya çıkarabilir. Vücudun ihtiyacı olmadığı dönemde alınan bir antibiyotik mikropların direnç geliştirmesine ve bir başka hastalıkta antibiyotiğin etkisinin azalmasına yol açıyor." dedi.
Konya Numune Hastanesi Başhekimi Halil İbrahim Topatan da kış aylarında üst solunum yolu enfeksiyonlarında artış görüldüğünü, bu hastaların hafif ateş, öksürük, burun akıntısı ve kırgınlık nedeniyle acil servislere başvurduğunu söyledi. Mümkün olduğu kadar kalabalık ortamlara gidilmemesi uyarısında bulunan Topatan, kişisel izolasyon ve el hijyenine dikkat edilmesi gerektiğini belirtti.
ZAMAN
1 Şubat 2012 Çarşamba
İNSAN-HUMAN: KAYBOLAN MEKTUP
İNSAN-HUMAN: KAYBOLAN MEKTUP: Küçüklükten beri kafasına koyduğu hafızlığını henüz yeni tamamlamıştı. Daha üniversiteye gitme hayallerini kurmadan önce gece gündüz özl...
KAYBOLAN MEKTUP
Küçüklükten beri kafasına koyduğu hafızlığını henüz
yeni tamamlamıştı. Daha üniversiteye gitme hayallerini kurmadan önce gece
gündüz özlemini duyduğu tek şey Yüce Yaratıcı’nın yeryüzündeki tek evini görmek
ve insanlığın iftihar tablosunun köyüne gidebilmekti. Günlerini ve gecelerini
bunun hayaliyle süslüyor ve gerçekleşebilmesi için her fırsatta duaya müracaat
ediyordu. Ancak oraya gidebilmek için Yaratıcı’nın “gel” davetinin olması ve
bir çağrının kendisine gelmesi gerekiyordu. Dualarını “N’olur beni de bir gün
oraya çağır, bana da gel de” yakarışlarıyla bitiriyordu.
Bir gün bir yakını ona “madem ki gidemiyorsun niye
Kutlu Nebi’ye mektup göndermiyorsun!” demişti. Böyle bir teklif karşısında ben
kim O’na mektup yazmak kim demiş ve oldukça duygulanmıştı. Böyle bir şeyi hiç
düşünmemiş ve buna doğrusu cüret edemeyecek kadar o büyük insana kendini yakın
hissetmemişti.
Ama o biliyordu ki o Yüce Kamet öyle bir
Sevgili’ydi ki kendisini sevenleri zaten bilirdi. Tıpkı bütün âşıkların
hislerinin karşılıklı olması gibi, o da herkesin sevgilisini çok seviyor,
sevgisinin reddedilmeyip aynı şekilde karşılık bulduğuna inanıyordu. İnanıyordu
çünkü o kendisini sevenleri sever kendisiyle meşgul olanlarla meşgul olurdu.
O’nu sevmenin onun ahlakıyla ahlaklanmak ve onun yolunda sağa sola sapmadan
gitmek olduğunu ve bunun da çok büyük bir titizlik gerektirdiğini çok iyi
biliyordu.
Evet, çok sevdiği sevgililer sevgilisi, onun
düşündüklerini bilebilir ve onun hissiyatını hissedebilirdi. Ama kendinden bir
parçanın oraya gitmesi, ona çok farklı gelmiş ve yüreğini acı bir burkuntuyla
birlikte heyecanlandırmıştı.
Bu iç yakan duygular içinde yatağına oturmuş, kağıt
ve kalemi eline almış ve varlığı uğruna varlığın var edildiği insana yüreğinde
yıllardır taşıdığı sevgiyi akıtmak için kelimelere sarılmıştı. O andan itibaren
farklı bir aleme girmiş ve bir anda o çok sevdiği insana içini dökmenin verdiği
hazla bir çırpıda özenle seçtiği kağıda inci gibi yazısıyla, göz yaşları içinde
mektubu yazıvermişti. Duygu yüklü anları geride bırakıp göz yaşlarıyla yıkadığı
mektubu zarfa koyarken elleri titriyor ve büyük bir saygı ve ciddiyetle son
hazırlıklarını yapıyordu. Dertli insanın derdini şerh ettiği an duyduğu lezzet
kadar hiçbir şeyden lezzet almaması gibi o da bir anda bütün yüklerinden
kurtulmuş o yüce insana derdini yazmanın verdiği hazla rahatlamıştı.
Gözyaşları, bir taraftan insanlığın iftihar tablosuna mektup göndermenin
heyecanının taşıyor bir yandan da ondan ayrı olmanın acısını hissettiriyordu.
Efendiler Efendisinin temessül ettiği gül rengi
kağıda yazdığı mektubunu Anadolu’nun bir hediyesi olan gül kokularıyla
kokulandırmıştı. Her şey tamam olduktan sonra öpüp göğsünde sıktığı mektubunu
büyük bir itinayla çantasına yerleştirmişti. Sıra mektubun gönderilmesine
gelince gözleri oraya gidecek olan dostlarını aradı. En yakın arkadaşı
Huriye’nin validesi aklına geldi ve hemen ona koştu. Ancak mektubu bizzat ona
teslim etmek istiyordu. Ne var ki kararlaştırılan saatte onların evine
gitmesine rağmen yetişememiş ve büyük bir üzüntü içinde kapı önünde adeta
yığıla kalmıştı. Çok üzülmüş ve bunu gözyaşlarıyla da ifade etmekten kendini
alıkoymamıştı. Bir müddet öyle kalakaldıktan sonra yola çıktı. Otobüste
karşılaştığı arkadaşı Zeyneb’e durumdan bahsetti. Zeyneb onun üzüntüsünün
yersiz olduğunu ve anneannesinin de yakında oraya gideceğini müjdeledi. Bu
beklenmedik haber karşısında çok sevinmiş ve mektubu ona vermeyi
kararlaştırmıştı. Ne yazık ki uzun süren yolculukta Zeyneb’in aniden inmesiyle
mektup yine elinde kalmıştı ve nedense ikisi de unutuvermişti. Ya da
unutturulmuştu. İçinden her halde benim gibisine mektup göndermek kısmet
olmayacak diye düşündü. Yine mahzun yine kederli mahzun bir şekilde otobüsten
inmiş ve doğruca arkadaşı Nurinnisa Hanım’ın evine gitmişti. Arkadaşının
kendisini ateşli bir telaş içinde karşılamasına bir anlam verememiş ve az sonra
beyinin de oraya gideceğini öğrenince hem şaşırmış ve hem de heyecanlanarak
ümitlenmişti.
Arkadaşının beyinin nasıl karşılayacağını
bilemediğinden biraz tereddüt biraz da çekinerek mektuptan bahsetmiş ve
gözyaşlarını içine akıtarak susmuştu. Birkaç dakikalık bekleyişten sonra
Abdurrahman beyin mektubu seve seve götüreceğini duyduğu an sevinçten ağlamaya
başlamıştı. Sonunda isteği gerçekleşecek ve bütün hisleri sevgiliye ulaşacaktı.
Mektubu alan Abdurrahman bey “emanette emin olmak
müminin vasfıdır, mektubu iyi bir yere yerleştireyim de kaybolmasın diye
düşünerek çantasını her açtığında görebileceği bir yer olan kapağa yerleştirdi.
Ona göre bu mektup mukaddes bir emanet idi ve sevgiliden sevgiliye giden muştu
dolu bir haberdi...
Yeryüzünün merkezinden Efendiler Efendisinin
beldesi ve medeniyetin beşiği olan köye gelen Abdurrahman Bey emaneti yerine
ulaştırmak ve onun yattığı mekana bırakabilmek için tenha bir zaman gözetledi.
Ancak onun pak harimine varmak her defasında büyük bir mücadeleyi ve beklemeyi
gerektiriyordu. Uzun süren mücadelesinde buna muvaffak olamamış ve nihayet
oradan ayrılma günü gelmişti. Emaneti yerine ulaştıramamanın verdiği üzüntüyle
bir türlü yerinden hareket edemiyor ve üzüntülü bir şekilde oturduğu yerden
çantasına bakıyordu. Sonunda mektubu o pak harime bırakamasa da hiç olmazsa
onun köyünde kimsenin göremeyeceği bir köşeye bırakmaya karar vermişti.
Yerinden kalktı ve çantasına doğru yürüdü. Biraz uğraştan sonra kilitlerini
çözdü, saygı ve edeple biraz da üzülerek çantayı açtı. Ancak çantayı her açışta
karşısında duran pembe zarflı gülsuyu kokulu mektup yerinde yoktu. Aklına
çantasının kurcalanıp mektubun alınmış olma ihtimali geldi. Ancak çantasını
ancak kötü niyetli ve maddi menfaat peşinde olan talihsizlerden başka kimse
yoklayamazdı. İlk şoku atlattıktan sonra paralarını ve pasaportunu kontrol
etti. Hepsi yerindeydi. Eğer kötü niyetli biri olsaydı onları alırdı. Fakat...
mektubu kim niye alsın. Üzerinden hiç isim yoktu ki... Şaşırmış ve açılmış ve
heyecanla karıştırılıp dağılmış çantasının karşısında bir an kalakaldı.
Heyecandan ve korkudan dizleri titriyor ve mektuba sahip olamamanın verdiği
üzüntüyle öylece bekliyordu. Daldı. Neden sonra toparlandı ve aşağıda kendisini
bekleyenleri daha fazla bekletmemek için ağırdan ağırdan toparlandı ve
çantasını alarak dışarı çıktı.
Aklında hep mektup vardı İstanbul’a döndüğünde.
Eşine durumu anlatmış ve mektubu yazan âşık öyle samimi yazmış ki mektup daha
ben götürmeden kendisi gelip mektubu aldı dedi. Gerçekten de inanıyordu ki bu
kadar samimi hislerle yazılan bu mektup her şeye rağmen elde kalamazdı. Onun
yerine ulaştıramadığı bu mektup, dünya varlığından ve paradan daha değerli
bulup, çantadan emaneti alan güç, mektup sahibinin dileğini yerine
ulaştırmıştı...
Efendiler Efendisi’nin yüce kameti düşünüldüğünde
onun yanında söz söylemek tabii ki mümkün değildi. Ama bir acizin, bir
sevdiğinin ona karşı hisleri Kaybolan Mektup’ta şöyle dillendirilmişti.
“Bütün İnsanların İncisi....
Seni çok seviyorum. Senin için canını verenlerin,
senin aşkından çöllere düşenlerin, senin muhabbetinden divane olanların yanında
Ya Rasulallah benimkisi sadece dilde, ama şundan emin ol ki bir şeyler yapmak
istiyorum, işte bunun için senden Allah’a dua etmeni ve benim dualarımın,
isteklerimin kabul olması için dua etmeni istiyorum. Eğer Allah bana istediğim
hayırlı ilmi nasip ederse, onu herkese öğreteceğime ve gücümün sonuna kadar,
dinimin eğitimcisi olacağıma sana bir kere daha söz veriyorum..
Ey kendisini görmeden dahi çok sevdiğim insan...!
Senden benim için Rabbimden şunları istemeni rica ediyorum. Allahın beni
dininin hizmetçisi kılmasını...Beni en sevdiği sıfatı olan ilim sıfatına layık
görmesini.. Bana keskin zeka, sağlam irade ve hayırlı ilim vermesini... Allahın
beni sevip sevdiği kulları arasına ilhak etmesini, kalbimdeki kötülük
duygularını silip, onu kendisinin sevgisi ve senin sevginle doldurmasını....
Beni dinin nurunun tamamlayıcılarından biri olarak kabul etmesini... Dualarımı
kabul etmesini istiyorum...
Ey Allah’ın Rasulü Efendimiz..!
Senden istediğim bu duaları, ailem, arkadaşlarım ve
tüm inanan insanlar için de istiyorum.. Bu duaları bizim için Allah’a
ulaştırmanı senden istirham ediyorum. Bu cür’etimden dolayı kusuruma bakma!...
Duana ve Şefaatine muhtacız...
Sevgili Peygamberim....”
Nurten ÇANKAYA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)