Popüler Yayınlar

28 Haziran 2012 Perşembe

Bir Meydan Üç Medeniyet


"Eğer dünya tek devletten meydana gelseydi, İstanbul bu devletin başşehri olurdu." diyen Napolyon, muazzam bir coğrafî konuma sahip İstanbul'un değerini dile getirmişti. Tarihten bugüne hep bir cazibe merkezi olan ve her köşesi ayrı bir sırrı barındıran İstanbul, bu söze lâyık bir şehirdir. Sultanahmet Camiî ile bütünleşen tarihî meydan ise, Roma İmparatorluğu, Bizans ve Osmanlılar devrinde önemini hiç yitirmeyen şehrin en hareketli noktasıydı. Roma ve Bizans devirlerinde "Hipodrom", Osmanlılar devrinde "At Meydanı" adıyla bilinen meydan, iki bin yıldır dinî, idarî, kültürel ve sosyal yapıların, âbide eserlerin yoğunlaştığı bir merkez oldu. 

Gülhane Parkı'ndan bu meydana doğru yol alırken, hemen sağ tarafta bulunan "Yerebatan Sarnıcı", şehirdeki en büyük ve muhteşem kapalı sarnıçtır. Bizans İmparatoru 1. Jüstinyen (527?565) devrinde kayalık bir arazinin oyulmasıyla yer altında oluşturulan alan, 336 sütunla desteklenmiş ve şehre su temin eden önemli bir su haznesi hâline getirilmiştir.

Az ötede "Million Taşı"nı görüyoruz. Roma İmparatorluğu, Million Taşı'nı dünyanın merkezi kabul ediyordu. Üzerindeki bilgi notunda bugün de, "dikili olduğu yerin dünyanın sıfır noktası olduğu" yazılıdır. Bizanslılar, ülkenin bütün uzaklıklarını bu taşa göre ölçüyorlardı. İslâm ülkeleri 1924'e kadar saatlerini İstanbul'a göre ayarlıyorlardı. Ama İngiltere, dünyadaki hâkimiyetini artırmak için bu tarihten itibaren Greenwich'i öne çıkardı.

Million Taşı'nın yanında Osmanlı'dan kalma "Su terazisi" bulunur. Daha ileride tramvay yolunda Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi'yle karşılaşırız. Sultan 2. Mahmud tarafından 1819'da Cevri Kalfa adına yaptırılan ve bir dönem kız rüştiyesi olarak da hizmet veren bina, günümüzde Türk Edebiyatı Vakfı tarafından kullanılıyor.

Sultanahmet tramvay durağının yanından karşıya geçiyor; Sultan 2. Bayezid ve Yavuz Sultan Selim devrinde yaşamış devlet adamlarından Firuz Ağa'nın yaptırdığı camiyi görüyoruz. 1491 tarihli bu cami, tek kubbeli namaz mekânı ve üç gözlü cemaat yeri ile bu tür camilerin tipik bir misâlidir. Osmanlı'da devlet adamlarının yaptırdığı camilerin boyutları padişahların yaptırdığı, "Selâtin" adı verilen camilerden daha küçüktü ve minarelerinin sayısı biri geçmezdi.

Camiden aşağıya, meydanla bütünleşen çınar ağaçlarına doğru ilerlediğimizde, kubbesi içerden altın mozaikle süslü çeşmeyi görüyoruz. Bu çeşme, Alman İmparatoru 2. Wilhelm'in Sultan 2. Abdülhamid ve İstanbul'a hediyesidir. Almanya'da yapılan çeşme 1898'de buraya monte edilmiştir.

Meydanın kuzeyinde 1524'te inşâ edilmiş bir sarayla karşılaşıyoruz. Bu güzel yapı, Rum asıllı bir Müslüman olan ve Kanunî'nin kız kardeşiyle evlenen Sadrazam İbrahim Paşa'nın sarayıdır. Günümüzde, İslâm medeniyetinin farklı dönemlerine ait çok kıymetli eserlerin sergilendiği "Türk İslâm Eserleri Müzesi" olarak kullanılmaktadır.

Meydanın ortasında 25 metreyi aşan boyu ile dikkat çeken Dikilitaş vardır. Eski Mısır'da Firavunlar kazandıkları zaferlerin şerefine pembe granitten yapılan Obeliskler dikmiş ve üzerlerine hiyeroglif yazısıyla icraatlarını yazdırmışlardı. Şehrin toplantı, eğlence ve spor merkezi olan Hipodrom Meydanı için halkı heyecana getirecek bir eser düşünen İmparator Theodosius, Firavun 3. Thutmossis tarafından diktirilen bir obeliski İstanbul'a getirtmiştir (MS. 390). 33 günde gemiden karaya çıkarılan bu taşın nasıl dikildiği hep merak edilmiştir. Romalılar, bunu taşın mermer kaidesinin Alman Çeşmesi'ne bakan yüzüne rölyeflerle işleyerek anlatmışlardır.

Roma devrinde zemini kumla kaplı, dev ölçüde bir U harfi şeklinde olan bu meydan, bazı tarihçilere göre 30, bazılarına göre ise 60 bin seyirci kapasiteliydi. İnsanlar taş tribünlerden, araba yarışlarını, müzisyenleri, akrobatları ve gladyatörlerin vahşi hayvanlarla yaptıkları mücadeleleri seyretmişlerdi. 

Biraz ötede şehrin en eski eserlerinden Yılanlıtaş duruyor. Eserin orijinal boyu sekiz metreydi ve birbirine dolanmış üç yılanın kafaları, altın bir kazanın üç ayağı şeklini alıyordu. MÖ. 5. asırda Persleri yenen 31 Yunan şehri, elde ettikleri bronz ganimetleri eriterek bu eseri yaptırmış ve Delfi'deki Apollo mabedine dikmişlerdi. Yılanlıtaş, İmparator Konstantin tarafından getirtilerek (324) Hipodrom'un ortasına diktirildi. 17. asırda yılanların kafaları yerlerinde duruyordu. Payitahtta çıkan bir isyanda kaybolan kafaların bir parçası, sonradan bulunarak Arkeoloji Müzesi'ne konuldu.

Biraz daha ileride bulunan, kaba yontulmuş taşlarla örülü taklit obeliskin (Örme Sütun) yapılış tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bir zamanlar üzerini kaplayan, altın harflerle süslü bronz plâkalar, 4. Haçlı Seferi'nde yağmalanmıştır. 1204'teki bu Lâtin istilâsı sonrasında Hipodrom Meydanı, önemi yitirdi ve birçok eser harap oldu. Fetihten sonra yerli halka dokunmayan Osmanlılar, aynı hassasiyeti Roma ve Bizans eserlerine de göstermiştir. Dikilitaşların etraflarını duvarlar örerek korumaları, yıkılma tehlikesi geçiren Çemberlitaş'ı, demir çemberlerle sararak muhafaza etmeleri, ecdadımızın eski medeniyetlere saygısını göstermesi açısından son derece önemlidir. 

Örme Sütun'un karşısında Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası bulunmaktadır. Sultanahmet Külliyesi'nin bir parçası olan darüşşifa ve imaretin yerine yapılan bu binadan geriye dönüyor ve Sultanahmet Camiî dış avlusunu kuşatan duvarlara paralel yürüyerek içeriye giriyoruz. Yüksek bir podyum üzerindeki iç avlu ve esas mekâna bizi ulaştıracak merdivenin mermer basamaklarını adımlarken, iç avluya açılan ana kapıdan evvelâ üzeri kubbeyle örtülü fıskiyeli havuzu, sonra da ahenkle birbiri üzerine yükselen cami kubbelerini görüyoruz. Caminin ihtişamı ve mekânın estetiği bizi tamamen kuşatıyor. Şahane oyma işçiliği olan mermer minber, işlemeli mermer mihrap, kalem işi bezemeler, sedef kakmalı kapı, pencere kanatları ve sayısı 20 bini aşan İznik çinisinin camiye kattığı göz alıcı güzellik karşısında hayranlık duymamak mümkün değil. 260 pencerenin aydınlattığı ferahfeza iç mekânı örten 23,5 m çapında, 43 m yüksekliğindeki kubbe ve 5 m çapındaki 4 fil ayağı da çok etkileyici.

Sultan Ahmed'in (1603?1617) Sedefkâr Mehmed Ağa'ya yaptırdığı bu muhteşem cami, Türk-İslâm âleminin en meşhur eserleri arasındadır. Aynı zamanda şehrin en büyük sultan camisidir. Mimar Mehmed Ağa, Mavi Cami olarak da bilinen mabedin içini, esas mesleğine yakışır şekilde bir kuyumcu titizliğiyle dekore etmiştir. Bu arada Sultanahmet Camiî'nden evvel dünyada altı minareye sahip tek caminin Mekke'deki Mescid-i Haram olduğunu ve Osmanlı ulemasının, "saygısızlık olmasın" diye Mescid-i Haram'a bir minare eklenmesinden sonra altı minareli bir caminin yapılmasını uygun gördüğünü hatırlıyor, ecdadımızla bir defa daha iftihar ediyoruz.

Altı minareli camide 16 müezzin, 16 şerefeye çıkıyor ve müezzinlerin ahenk içinde okudukları ezân-ı Muhammedî dalga dalga şehre yayılıyordu. Yahya Kemal'in dediği gibi; 
"Gök nura garkolur nice yüzbin minareden
Şehbal açınca Ruh-ı Revan-ı Muhammedî.
Ervah cümleten görür Allah-u Ekber'i
Akseyleyince arşa Lisan-ı Muhammedî."

Haluk Nurbaki'nin, Sultanahmet imamlarından Saadettin Kaynak'tan naklettiğine göre, 16 müezzinin aynı anda ezan okumasını, makamlarını da kendisi tespit ederek Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri rica etmişti. Sultanahmet ve Firuz Ağa camilerinin müezzinlerinin çifte ezan okuma geleneği bugün de devam etmektedir.

Sultanahmet külliyesinin Ayasofya tarafında bulunan tek kubbeli türbede, bu muhteşem eserin bânisi Sultan 1. Ahmed'in, oğulları Sultan 2. Osman ve 4. Murad'ın, hanımı Kösem Sultan'ın kabirleri bulunuyor. Türbenin bitişiğinde medrese binası yer alıyor. Meydana bakan dış avlu duvarına bitişik sıbyan mektebinin zemin katında bir çeşme ve dükkânlar, üst katında ise dershaneler var.

Sultanahmet ve Ayasofya camileri arasında bulunan havuzlu meydan, yemyeşil dokusu, rengârenk çiçekleriyle ziyaretçileri kendine hayran bırakıyor. Meydanın güneyinde, Hürrem Sultan tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan İstanbul'un en büyük hamamı yer alıyor. Daha ileride Topkapı Sarayı'nın ana giriş kapısı olan Bâb-ı Hümâyûn ve önünde 18. yüzyıl Türk sanatının en güzel örnekleri arasında yer alan 3. Ahmed Meydan Çeşmesi görülüyor. Ayasofya'nın avlusundaki türbelerde, Sultan 2. Selim, 3. Murad, 3. Mehmed, 1. Mustafa ve Sultan İbrahim yatıyorlar.

Sanat tarihinin en önemli eserleri arasında sayılan Ayasofya'ya giriyoruz. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserler arasında yer alan Ayasofya, Bizans döneminde bir kilise olarak inşa edilmiştir. 537 yılında merasimlerle ibadete açılan Ayasofya, en kötü günlerini Lâtin istilâsı sırasında yaşamış, yağmalandıktan sonra bir daha eski ihtişamlı günlerine dönememiştir. İki defa kubbesi çökmüştür. "Âdem'den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek bir ibadethane" yapmak için harekete geçen İmparator Jüstinyen tarafından ülkenin farklı yerlerinden getirtilen malzemelerle kubbesinin yeniden inşasına başlanmış; fakat çok büyük olan kubbe bir türlü tutturulamamıştır. Evliye Çelebi'nin Seyahatname'sinde naklettiğine göre, Arabistan toprağının yapışkan ve tutucu özelliği duyularak Medine'ye toprak almaya gelen Bizans heyeti, Peygamber Efendimiz'e haber verilince, Efendimiz, heyetle görüşüp, maksatlarını öğrenmiş; kendi tükürüğünü koyduğu topraklardan vererek, "Bu toprağı kubbenin yapımında kullanın. Kubbe Allah'ın izniyle tutacaktır. O mabed benim ümmetimin mabedi olacaktır." buyurmuşlardır. 

Her devirde büyük masraflar yapılarak ayakta tutulabilen Ayasofya'yı yeniden ihya etmek, şanlı ecdadımıza nasip olmuştur. 1453'te İstanbul'un fethinden sonra doğruca mabede giden ve onun harap hâlini gören Fatih'in emriyle Ayasofya camiye çevrilmiş; o tarihte başlatılan çalışmalar, sonraki yıllarda da devam ettirilmiştir. Koca Sinan, yaptığı payandalarla yapının ayakta kalmasını sağlamıştır. Hepsi birer sanat şaheseri olan minare, minber, mihrap, hünkâr mahfili, şadırvan, sıbyan mektebi, imaret, medrese, kütüphane ve muvakkithanenin inşâ edilmesiyle Ayasofya muazzam bir külliyeye dönüşmüş; bu eşsiz sanat harikası farklı medeniyetlerin sanatının inceliğiyle ihtişamını muhafaza ederek bugünlere ulaşmıştır. Mabedin orijinalliğini bozmayan, aksine güzelleştiren çalışmalar esnasında, duvarlarındaki çok kıymetli mozaikler bozulmayacak şekilde sıvayla örtülmüş yani tahrip edilmemiştir. Diğer süslere ve melek resimlerine dokunulmamıştır. 

Ayasofya 1934'te müzeye dönüştürüldü. 916 yıl başkilise, 482 yıl cami olarak iki farklı dine hizmet eden, 1920'lerin başında İstanbul işgal altında iken dahi düşmana teslim edilmeyip ibadete açık kalan, Millî Mücadele'de kazanılan zaferler sonrasında içini hınca hınç dolduran Müslümanların dua ve şükür dolu ibadetlerine şahit olan Ayasofya, 1935'te müze olarak ziyarete açıldı.

Asya ve Avrupa kıtalarını birbirinden ayıran Boğaz'ın iki yakasında yer alan İstanbul, bir kültürel varlık olarak 1985'te UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi'ne dâhil edilmiştir. Tabiî güzellikleriyle dolu İstanbul'un kalbi sayılan Sultanahmet Meydanı'nı dolduran eserler, tarihî süreçte nice hâdiseye şahitlik etmiştir. Bunların muhafazası ve gelecek nesillere aktarılması, başta idarecilerimiz olmak üzere hepimizin vazifesidir. Ümidimiz o ki, herkes bu hususta üzerine düşeni yerine getirir. 

Nişanlı halde ve dinî nikâhlı iken eşlerin el ele tutuşmasında bir sakınca var mıdır?


Burada iki husus var, birincisi nişanlılık hali diğeri evlilik hali. Yani bir kişi ya nişanlıdır veya evlidir. Dinimizde, nişanlı çiftlerin meşru daire içinde kalan davranışları açıklanmıştır. Evliliğe ilk adım sayılan nişanlılık süresinde, nişanlıların birbirini görmeleri, halvet olmaması şartıyla belli meseleleri konuşup anlaşmaları caizdir. Fakat bu sınırı aşan, elini tutma, öpme, sarılma vs. her türlü fiziki temas yasaklanmıştır. Hele bunun ötesine taşan ve zinayla neticelenen muameleler evleviyetle yasak olur.
Fakat bir kişi nikâhını kıymış ve böylece evlilik akdini gerçekleştirdiyse, artık onunla eşi arasında bir haramlık kalmaz, aralarında her türlü münasebet ve ilişki helal olur. Nikâhın dinîsi veya resmîsi olmaz. Nikâhın şartları ve rükünleri bellidir. Bunları taşıyan bir nikâh akti sahihtir. Ve eşlerin birbirlerinden faydalanmalarını mübah kılar.
Fakat biz resmî nikâh yapılmadan önce dinî nikâh yapılmasını uygun görmüyoruz. Çünkü bu yüzden madur olan ve bir çıkmazın içine giren birçok kişiyle karşılaşıyoruz. Bundan dolayı en makul olanı dinî nikâhın düğün hazırlıkları tamamlandıktan sonra, düğüne az bir zaman kala kıyılmasıdır.
Bazılarının nişanlılık süresinde günaha girmemek için böyle bir yola girdiğini görüyoruz. Fakat zaten dinimizde nişanlı çiftler için bir sınır çizilmiş ve onların birbirlerini görmeleri ve belli şartlar çerçevesinde konuşup anlaşmaları caiz görülmüştür.
Burada düğünden önce dinî nikâh kıydıran çiftlerin dikkat etmeleri gereken bir husus daha var ki, o da kendileri hakkında ileri geri konuşulmasına fırsat tanımamalarıdır. Yani eğer kendilerinin dinî nikâhlı oldukları bilinmiyorsa, töhmet altında kalmamak için hal ve hareketlerine dikkat etmelidirler.

Bilgisayarı diz üstünde kullanmak kısırlığa yol açıyor


Erkek kısırlığı gün geçtikçe artıyor. Yapılan son araştırma ve yayınlanan makaleler, erkeklerin Wi-Fi kullanan dizüstü bilgisayar ve ısıtmalı araç koltuklarından uzak durması gerektiğini ortaya koyuyor.
Eurofertil Tüp Bebek Merkezi Medikal Direktörü Dr. Hakan Özörnek, günümüzde çocuk sahibi olamayan çiftlerin yarıya yakınında sorunun erkekten kaynaklandığını ve bu oranın gün geçtikçe arttığını belirtiyor. Erkeklerde sperm üretiminin, vücut normal ısısının 1 derece altında gerçekleştiğini vurgulayan Dr. Özörnek, cinsel bölgedeki ısı artışıyla sperm sayısı, hareketliliği ve kalitesinde azalma olduğunun altını çiziyor.
Yurtdışında yapılan ve bilimsel dergilerde sonuçları yayınlanan son makaleler de kablosuz internet kullanan dizüstü bilgisayarın ve ısıtmalı araç koltuklarının sperm katili olduğunu gösteriyor. Dr. Özörnek, kablosuz internete bağlı dizüstü bilgisayarlarından, cinsel bölgeye çok yakın tutulan dizüstü bilgisayarından ve ısıtmalı araç koltuklarından erkeklerin sakınması gerektiğini vurguluyor.
Üreme tıbbı konusunda önde gelen dergilerden "Fertility and Sterility" dergisinde yayımlanan bir deneysel çalışmanın sonucuna göre; eğer bacaklar kapalı bir şekilde kucakta dizüstü bilgisayar ile oturulursa 11 dakika, bacaklar kapalı şekilde, koruyucu ped ile oturulursa 14 dakika sonra ve bacaklar açık şekilde koruyucu ped ile oturulduğunda 28 dakika sonra ısı 1 derece artıyor. Dr. Hakan Özörnek, araştırmalarda dizüstü bilgisayarların altına ped konulmasının da sonucu çok da fazla etkilemediğinin altını çiziyor.
Dr. Özörnek, kablosuz internete bağlı dizüstü bilgisayarı ile ilgili yapılan araştırma sonuçlarını şöyle değerlendiriyor: "Bu çalışma kablosuz internete bağlı dizüstü bilgisayar kullanımının erkek spermi üzerine olan etkisinin incelendiği ilk çalışmadır. Araştırma sonucunda radyasyon altında kalan spermlerin ileri hareketlerinde azalma, hareketsiz sperm oranında ise artma tespit edildi. Ayrıca Wi-Fi'ye bağlı bilgisayara yakın duran spermlerde, yüksek oranda DNA hasarı tespit edildi."
ISITMALI ARAÇ KOLTUĞUNDAN DA UZAK DURUN
Benzer bir çalışmanın da ısıtmalı araba koltukları üzerinde yapıldığını belirten Dr. Özörnek, ısıtmalı araç koltuklarının da üreme organlarında ısıyı, vücut ısısına göre 2 dereceye kadar artırdığını vurguluyor. Özörnek, yüksek sıcaklık altında çalışan fırıncı, seramik, cam, demir-çelik endüstrisi çalışanları ile tellaklar ve kaynakçılarda sıklıkla kısırlık görüldüğünü, bunun yanı sıra uzun süre oturur pozisyonda hareketsiz kalan şoförlerin ve kimya endüstrisinde çalışanların kısırlık bakımından risk altında bulunduğunu belirtiyor.
AİLE SAĞLIK

24 Haziran 2012 Pazar

Nefis, İkbal ve Âhiret


 Bir tevcihe göre, Hazreti Yusuf’un “Nefsimi tebrie etmem” deyişi ve Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in “Beni nefsimle baş başa bırakma” duası nazar-ı itibara alınırsa, peygamberler de nefislerinden korkmuşlar mıdır?
-Kur’an-ı Kerim, Hazreti Yusuf’un kıssası münasebetiyle nefse itimat edilemeyeceğini açıkça dile getirir ve Zeliha’nın şöyle dediğini nakleder:
وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder. Şüphesiz Rabbim Gafur’dur, Rahim’dir (affı ve merhameti boldur)” (Yusuf, 12/53)
Müfessirler arasında, bu ifadenin, Hazreti Yusuf’a ait olduğu kanaati daha yaygındır. Fakat, bu sözü, nefsini tezkiye etmemeye matuf olarak Hazreti Yusuf’un söylediğini farz etmek uygun düşse bile, peygamberlerin doğuştan nefs-i mutmainne sahibi oldukları, Yusuf Nebi (aleyhisselam) için de nefs-i emmâreden bahsedilemeyeceği, onda ancak muhataplarının hallerini bilme cihetiyle nefsin bir nüvesi bulunduğu unutulmamalı; Hazreti Yusuf’un bu sözü temsil açısından söylediği kabul edilmelidir. (00:46)
-Meşru dairedeki zevk ve lezzetler keyfe kâfidir; siz meşru dairede kazanmazsanız, nefs-i emmâre sizi gayr-i meşru dairede kazanç aramaya iter. Siz meşru dairede cismanî arzularınızı tatmin etmezseniz, nefs-i emmare sizi gayr-i meşru yollara sevkedebilir. Diğer peygamberler gibi, Hazreti Yusuf da bunları kendi nefsinde belli ölçülerde hissediyordu ki arkasındakilere rehberlik yapabilsin.
-Hazreti Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Tezkiyesiz nefs-i emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler.” Evet, insan nefs-i emmâresini yerden yere vurmazsa, nefsi onu yerden yere vurur. 
-Nur Müellifi, “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma. ‘Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir adamla da te’yid ve takviye eder.’ hadisi sırrınca, müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racul-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini ve ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü, vazife-i fıtrat, farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” demiştir. Demek ki, nefis tezkiyesine nâil olamamış bir insan, dine ve diyanete hizmet ediyor olsa bile, gurur, ucb ve riyaya düşmemek için çok temkinli hareket etmeli ve kendisinin de bir racul-ü fâcir olabileceğini düşünüp titremelidir. Hizmetlerinden dolayı asla şımarmamalı, gurura kapılmamalı ve kendisini emniyette saymamalıdır; aksine, Allah yolundaki mücahedesini tabii bir vazife, bir kulluk borcu ve o zamana kadar lutfedilen nimetlerin şükrü kabul etmelidir. Şahsı itibarıyla fısk u fücura açık olduğunu hep hatırda tutmalı, nefsi ile baş başa kaldığında her haltı karıştırabileceğine inanmalı; dolayısıyla her zaman Allah’a sığınmalı ve eksiklerine, kusurlarına, hatalarına ve günahlarına rağmen hâlâ imana hizmet dairesinde bulunuyor olmasını büyük bir arınma fırsatı olarak görmelidir. 
-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, şu dua ile kendi aklımıza, mantığımıza, gücümüze, kuvvetimize, irade ve ihtiyarımıza güvenmememiz gerektiğini ve Cenâb-ı Allah’ın himayesini talep etmemizin lüzumunu ne de güzel ifade eder:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ، بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ، أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Ey her şeyi var eden hayat sahibi Hayy ve ey her şeyin varlık ve bekâsını kudret elinde tutan Kayyum! Rahmetinin vüs’atine itimad ederek Sen’den merhamet dileniyorum; bütün ahvâlimi ıslah eyle, her türlü tavır ve hareketimi kulluk şuuruyla beze ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun, beni nefsimle başbaşa bırakma, sürekli kötülükleri emreden nefsimin acımasızlığına terketme!” Bazı rivayetlerde “وَلاَ أَقَلَّ مِنْ ذٰلِكَ” ilavesi de vardır; yani, “Göz açıp kapayıncaya kadar..” kaydıyla yetinilmemiş, “Hayır! O kadar değil, ondan daha az bir zaman da olsa beni nefsimle başbaşa bırakma!” denilmiştir. Siz isterseniz, mülâhazalarınızla bu duayı daha da derinleştirebilir, “Allah’ım, beni ibadetlerimle, hayır ve hasenâtımla da başbaşa bırakma; beni menhiyâttan ictinabımla da başbaşa bırakma.. iyiliklerime güvenme duygusunu söküp at gönlümden, içimi sadece Sana itimat hissiyle doldur. Sen özel sıyanetinle koru beni; hususi himayene al, vekilim ol benim!” diyebilirsiniz. Ayrıca, bu duayı bütün arkadaşlarınızı, dostlarınızı ve topyekün Müslümanları mülahazaya alarak da yapabilirsiniz.