Popüler Yayınlar

24 Haziran 2013 Pazartesi

Dünya Efsanesi

Dünyada ne çok dünya var; ne çok ülke, kent, yol ve arzu… Yolların birleştiği kavşaklarda nereye gideceğini bilemeyen ne çok kafası karışık insan bulunuyor! Gidilmeyen, dolayısıyla görülmeyen çok ülke, yürünmedik çok yol var! Arkalarında bin bir ihtimal saklayan ne çok dağ var çıkılmadık. Yapılan ve yapılamayan ne çok şey var! Doyurulan, ama kısa bir süre sonra yine isteyen ne çok şey var içimizde barınan. Dünya ne büyük bir yer, dolup boşalan. Gide gide bitiremediğimiz ne uzun yollar var önümüzde uzanan. Bir ömür, yüzlerce ömür yaşanan, ama yine kendisine doyulmayan ne şuh bir hayat var bizi sarmalayan. Hayat ne çok çağırıyor; küçük, küçüçük bir varlıkken, bir ömürlük hayata sahipken, ne çok büyüğe, bitimsize, sonsuza kışkırtılıyoruz.

Ruhumuzu, içimizi, arzularımızı, doyurulamayışımızı, çok şey istiyor oluşumuzu içinde toplayan beden gemimizde kendimizi büyütürken, bu küçücük bedenimizde kendimizi büyük görürken; içine doğduğumuz dünya, ülke ve şehirler, karşımızda yüzlerce ve binlerce seçenek olarak beliriyor. Dünya, hem içimizde sayılamayacak kadar arzu ve istek uyandırıyor, hem karşısında şaşırıp kaldığımız o kadar tercih sunuyor. Biz bir şey olarak varız, ama karşımızda çok şey, yapmak istediğimiz çok şey duruyor. Kente, dünyaya inmek üzereyken, karada akıp giden binlerce yol bizi çağırırken, kendimizi bu yollara vurmaya karar vermişken, birden aklımıza, içimize sorular düşüveriyor: Bir tek şey olarak çok şeye yeter miyiz? Biz bu kadar çok şeyi içimize alabilir miyiz? Hayatımız yeter mi buna, bu kadar şeye güç yetirebilir miyiz? Sonu görünmeyen dünyanın çağrılarına, yürümekle sonu gelinmeyecek yollara, tatmin edildiğinde bize daha fazlasını istetecek arzulara kendimizi açtığımızda, hayatın hepsine, dünyanın tümüne gidebilir ve sahip olabilir miyiz? Bu mümkün mü, gerçekten bunu başararak son nefesini vermiş bir tek insan yaşamış mı?

Güz mevsiminin o esaslı havasında, Ramazan’ın kendine mahsus ikliminde kendime düşmüşken, kendimi içimin yollarına vurmuşken, okyanusta yolculuklar yapan bir gemide doğan, orada büyüyen, hiç karaya ayak basmamış muhteşem bir piyanisti anlatan filmi izledim. Hayaller ülkesi Amerika’ya her sınıftan binlerce yolcu taşıyan bir gemide anne ve babasız bir çocuk olarak büyüyen, bakımını üstlenen adamın doğum tarihi olan 1900 ile isimlendirilen bu çocuk, seksen sekiz adet piyano tuşunun çıkardığı sayılı seslerden sonsuzlukla akraba bir müzik yapar. Bir piyano, on parmak ve seksen sekiz tuş, yani ‘sınırlı’ olan, bir ‘sonsuz’luğu doğurur. Otuz yıl, yüzlerce sefer ve binlerce kulak, 1900’ün parmaklarıyla hareketlenen piyanonun tuşlarından sonsuza uçurulan bir müziğe tanıklık eder. 1900 ismiyle bilinen, paltosuna ve bir yolcu gemisine sığınan küçük cüsseli bu piyanist, içine düşüp oradan dışarı çıkardığı müzikle ‘sonsuz’laşır. 

1900 isimli piyanist bir gün olsun gemiden inip karaya ayak basmamıştır. Geminin alt katlarındaki odasının penceresinden seyrettiği kadarıyla kıyıları, kentleri, dünyayı bilmektedir. Bir gün, gemiden ayrılıp karaya ayak basmak, hep okyanus üzerinden seyrettiği kıyılardan okyanusun çığlıklarını duymak ister. Okyanustan kıyıları ve kentleri çok görmüştür, bu sefer kıyılardan ve kentlerden okyanusa bakmayı düşünür. Valizini hazırlar, arkadaşının hediyesi şık paltoyu üzerine geçirir, yüzlerce bakışın merakı ve alkışı içinde geminin merdivenlerinden iner. Merdivenin bir basamağında durup karşısındaki kente bakar. Gökdelenler uzanmakta, yüzlerce yol akmaktadır. Kent gri bir sisin içindedir. Limanda ve kentin caddelerinde insan kalabalığı, uğultu vardır. Bakar, uzun uzun bakar. Bir adım daha inmez, öylece bakar. Sonra vazgeçip gerisin geriye basamaklardan yukarı çıkar. Bir piyano, on parmak, seksen sekiz tuşla sınırlı bir hayata döner. Yüreğinin tuşlar üzerinde kıpırdattığı parmak uçlarıyla insanın içini dirilten müziğine koyulur. 

Yıllar, uzun yıllar sonra, 1900’ün içinde doğup büyüdüğü gemi yaşlanmış, yorulmuş ve yolculuklardan düşmüştür. Bir demir yığınına dönüşmüş bu gemi tonlarca dinamitle parçalanmak istenir. Yıllarca 1900’e eşlik etmiş bir diğer müzisyen, 1900’ün gemide yaşadığına inanmaktadır. Bu müzisyen demir yığınına dönüşmüş bu gemiye biner, 1900’ün yıllar önce gemide mavi gözlü bir kızın gözlerine bakarak bestelediği bir müziği çalar. 1900, sığındığı yerden dışarı çıkar. Arkadaşı, biraz sonra bu geminin patlatılacağını söyler; bu gemiden ayrılmayı, dışarıda birlikte müzik yapmayı teklif eder. 1900, ‘hayır!’ der. ‘Dünya çok şey, git git sonuna varılamıyor. O kadar kent, o kadar ülke, o kadar yol, o kadar istek, o kadar şey… Say say bitmiyor dünya… Gemiden inip kıyılarda yaşamaya karar verdiğim günü düşün. Evet, merdivenlerden kıyılara, kentlere, dünyaya baktım. Sonu göremedim. Küçücük bedenimle ve ufacık varlığımla, bu kadar büyük dünyaya yetemeyeceğimi, orada kaybolacağımı, ufalanıp eriyeceğimi anladım. Vazgeçtim! Vazgeçip küçüklüğüme, içime, gemime, evime, müziğime döndüm. Çünkü kendi küçüklüğümde, sınırlı bir alana sahip bu gemide, seksen sekiz tuşta yaptığım şey beni büyütüyordu. Gemide ve seksen tuşun içinde sonsuzlaşıyor, dar alanın içinde derinleşip büyüyordum. Kıyılara gidip orda kalsaydım, sonsuz gibi görünen o yerde küçülüp yok olacaktım. Hayır, bu gemiden inmeyeceğim. Dünya piyanosunun karşısındaki sandalyeye oturamayız, o sandalyenin sahibi başkası!’

Gittikçe hızlanan, zamanla daha da karmaşık bir hâl alan dünyada iktidara geçip ona egemen olmak, dünyaya söz geçirip ona yetebilmek isteğiyle yanıp tutuşurken, fark etmeden insan olmaktan çıkıyoruz. Kendimizden dışarı çıkıp kendimize yabancılaşıyoruz. Başkasına ait bir sandalyede dünyanın sınırsız tuşları içinde parmaklarımız hep yanlış müziği, bir kakofoniyi çıkarıyor. Kulakları rahatsız eden, yüreği burkan, içleri karartan bir sesi yayıyoruz. Bu sesin içinde siliniyor, boğuluyoruz. İçlerimizde, küçük görünen ama aslında büyük olan durumlara yabancılaşarak yanlış yapıyoruz. Dışarıda, aslında küçük olan meseleleri büyüterek, kendimizi bunlara adayarak kaybediyoruz.

1900 Efsanesi isimli bu film, şu esaslı hakikatin altını çiziyor: Yığınlarca arzuyu kışkırtan ve yüzlerce tercihi önünüze koyan, kendisi efsane olan dünyaya kendinizi kaptırmayın! İstekle, büyük bir şehvetle kendinizi ‘dışarı’ atmayın! ‘Dışarı’ya yetemezsiniz, kaybolursunuz orada! Evinize dönün, kalbinize! İnsan, dünyaya söz geçirmek gibi bir güçten yoksundur; o sadece kendisinde, içinde büyüyebilir.

23 Haziran 2013 Pazar

Bağıran ve alay eden eşler en çok Türkiye’de

Yapılan araştırmada, Türk erkeklerinin 'en kıskanç ve en öfkeli' kişiler oldukları ortaya çıktı. Türkiye-Polonya-Romanya arasında yapılan istatistiklerde Türk erkeğinin hanımlarına karşı alaycı ve en çok onlara bağıran kişiler olduğu belirlendi.
Adana'da düzenlenen 'Kadına Karşı Şiddet ve Ayrımcılığın Önlenmesi' konulu toplantıda Türkiye-Polonya-Romanya'daki evli çiftler örneklerle ele alındı.
Toplantıya Prof. Dr. Tuncay Özgünen, İnsani Değerleri Yüceltme Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Berrin Ünlü ve Yabancı Dil Eğitim Uzmanı Kubilay Gündüz, AK Parti İl Kadın Kolları Başkanı Emine Karaköse, Dernekler Müdürü Recep Kurtoğlu, Polis Meslek Yüksekokulu Müdürü Emniyet Amiri Nuri Ateş ve sivil toplum kuruluşları ile siyasi parti temsilcileri katıldı.
Adana'da 402, Tecuci'de 371, Lodz'da ise 738 olmak üzere toplam bin 511 kadınla yapılan anket çalışması incelendi. Çalıştaydan çıkan sonuçlar ise kamuoyuyla paylaşıldı:
"Romanya'da çekirdek aile ile birlikte yaşama diğerlerine göre daha azdır.
Alay eden ve bağıran eşler en çok Türkiye'de, hakaret ve küfür edenler Romanya ve Polonya'da daha çoktur. Fiziksel Şiddetin gösterilme oranları ise üç ülkede birbirine yakındır.
En çok bağırılan, en çok itip-kalkılan ve dövülen çocuklar Türkiye'dedir. Polonyalı Kadınlar en sık olarak hakaret ve küfür etmektedirler.
En çok alkol eşler Romanya'da, sakinleştirici ilaç alanlar Türkiye'dedir. Türk eşlerin polis ile sorun yaşama sıklığı da fazladır, onlar ayrıca eşleri tarafından en kıskanç ve en öfkeliler olarak tanımlanmışlardır.
Romanya grubunun eşlerinin iletişim kabiliyetleri en düşük olarak nitelendirilmiştir. Türkiye grubunun ve eşlerinin bir hobilerinin olma sıklığı en düşüktür. Romanyalıların entelektüel, Polonyalıların fiziksel hobileri fazladır.
Hali hazırda şiddet gördüğünü ve de herhangi bir zamanda şiddet gördüğünü belirten kadın oranları üç ülkede benzerdir. Cevap vermeyenler sıklıkları da benzer bulunmuş ve 'Sükut ikrardan gelir' varsayımı ile hesaplanan oranlar hali hazırdaki şiddette itirafın yüzde 5 civarında, herhangi bir dönemdeki şiddet itirafının yüzde 10 civarında hesaplanmasına yol açmıştır.
Romanya'da çocukların aile içi şiddete tanık olma sıklığı çok düşüktür.
Romanya'da kadınlar şiddeti başkalarına en az sıklıkla anlatmaktadır. Türkiye ve Polonya grubu bu konuda konuşmaktadır.
Kendine Şiddet görme riski altında en az düşünen Romanya grubudur. Diğer iki paydaş ülkede yüzde 10 kadar kadın böyle bir riskin varlığını kabul etmiştir.
Her üç ülkede aile bütçesine yaklaşım benzerdir.
Türkiye ve Polonya'da kadınların takriben dörtte birinin bağımsız kredi kartı yoktur. Kadınların Annelerinin şiddet maruziyeti en fazla Türkiye'dedir.
Aile içi şiddet durumunda ilişkiye kalmaya devam edeceğini belirten kadınlar en çok Türkiye grubudur.

Aile içi şiddet durumda ilişkide kalacağını belirten kadınların ilk üç kalma nedenleri: Türkiye çocuklar, şiddeti hak etme ve sıklıkla tekrarlamayan şiddet durumu; Polonya için ise çocuklar, evliliğin sosyal şemsiye olarak görünmesi ve parasal nedenler.