Popüler Yayınlar

30 Aralık 2011 Cuma

Mehmet Akif ERSOY


Mehmet Akif Ersoy

Mehmet Âkif Ersoy’un Hayatı ve Eserleri
Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında, İstanbul’un (Fatih) Sarıgüzel semtinde doğdu. Babası, Mehmet Tahir Efendi, oğluna ebced hesabıyla doğum tarihini belirten “Ragif” adını verdi (hicri 1290) ve vefatına kadar onu bu adla çağırdı. Ancak bu isim, yaygın olmadığı ve güç söylendiği için annesi ve yakın çevresi, daha bilinen bir ad olan  “Âkif”i kullandılar. 
Mehmet Âkif, dört yaşlarındayken, Fatih’te Emir Buhârî Mahalle Mektebi’nde başladığı ilköğrenimini Fatih’teki iptidâî Mektepte (ilkokul) tamamladı. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde devam etti (1882-1887). Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki (ortaokul) eğitimi sırasında, özel öğretmenlerden Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı.
Rüştiye’yi(ortaokul) bitirdikten sonra dönemin gözde okullarından Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi)’nin âli kısmında bir müddet okudu ancak babasını kaybedince Halkalı’daki Baytar Mekteb-i Âli (Veterinerlik Fakültesi)’ne parasız yatılı olarak girdi ve bu okulu birincilikle bitirdi.
1893 yılında “Ziraat Nezâreti Umur-u Baytâriye Şubesi”nde (Ziraat Bakanlığı Veterinerlik İşleri) göreve başladı. “Umur-u Baytâriye Müdür Muavini”(Veterinerlik İşleri Müdür Yardımcısı) olarak sürdürdüğü görevinden 1913 yılında istifa etti.
Baytarlığa başladığı ilk yıllarda bile, mesleğinden çok, şairliği ile tanınan Mehmet Âkif, öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmîye” (resmî yazışma usulü) dersi hocalığı ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârülhilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” hocalığında bulundu.
Mehmet Âkif, 1920’de Burdur milletvekili seçildi. 1921 yılında açılan milli marş yarışmasına, “para ödülü almamak” koşuluyla katılmayı kabul etti ve orduya ithaf ettiği şiiri, 12 Mart 1921 günü milli marş olarak kabul edildi. Ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer (Kızılay) bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Darü’l-Mesâi Vakfına (İş Evi) bağışladı.
1923 yılında Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine Mısır’a gitti. 1929 - 1936 yılları arasında Kahire’deki “Câmiü’l-Mısriyye” Üniversitesi’nde, Türkçe öğretmenliği yaptı. 17 Haziran 1936’da İstanbul’a dönmeye karar verdi. 27 Aralık 1936 tarihinde hayatını kaybetti ve Edirnekapı Mezarlığı’na defnedildi.
Şairin Safahat genel adı altında toplanan şiirlerini içeren yedi kitabının ilk yayım tarihleri şöyledir:
Safahat (1911): 44 şiir, 3084 mısra.
Süleymaniye Kürsüsünde (1912): Bir şiir, 1002 mısra.
Hakkın Sesleri (1913): 10 şiir, 482 mısra.
Fatih Kürsüsünde (1914): Bir şiir, 1692 mısra.
Hatıralar (1917): 10 şiir, 1314 mısra.
Asım (1924): Bir şiir, 2292 mısra.
Gölgeler (1933): 41 şiir, 1374 mısra.

Mehmet Akif Ersoy'un Söylediği Güzel Sözleri
  • Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem. Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım.
  • Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırtmasın.
  • Artık ikiyüzlüleri sevmeye başladım. Çünkü yaşadıkça yirmiyüzlü insanlar görmeye başladım.
  • Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak, alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
  • Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir, Çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.
  • Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz. Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz.
  • Budur cihanda en beğendiğim meslek; sözün odun olsun hakikât olsun tek.
  • Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer yedi iklimi cihanın duruyor karşısında, Ostralya ile beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk; sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
  • Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın gülerdi alem. Öyle bir yaşam sür ki, mevtin sana hande olsun. Halka matem...
  • Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır.
        Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
  • Sahipsiz vatanın batması haktır, sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır.
  • Şehamet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır. Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.
  • Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor.
  • Ya Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı? Mahşerde mi biçarelerin, yoksa felahı?
  • Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum; kesilir belki ama çekmeye gelmez boynum.
  • Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
  • İnmemiştir Kur'an, bunu hakkıyla bilin,Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
  • Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
  • 24 saatden birini hakka vermeyen insan denilir mi?
  • Adamın biri Akif'e yaklaşarak sorar:
        -Affedersiniz,sizin için baytar diyorlar. Akif hiç istifini bozmadan cevap verir:
        -Evet,yoksa bir yeriniz mi ağrıyordu?

SEN SENİ BİL

Bilmek istersen seni,
Can içinde ara canı,
Geç canından bul anı
Sen seni bil, sen seni

Kim bildi ef’âlini,
Ol bildi sıfatını
Anda gördü zatını,
Sen seni bil, sen seni.

Görünen sıfatındur,
O’nu gören zatındur
Gayri ne hacetindür
Sen seni bil, sen seni

Kim ki hayrete vardı
Nura müstağrak oldu,
Tevhid-i zatı buldu,
Sen seni bil, sen seni.

Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendü oldu,
Sen seni bil, sen seni.


Hacı Bayram Veli
yağmur

29 Aralık 2011 Perşembe

Bringing the Soul Back In: A Spiritual Conception of Human Nature for the Social Sciences


The development of the modern social sciences has been intimately bound up with the Enlightenment belief that scientific investigation can be used towards the perfection of human society. Auguste Comte argued in the mid-19th century that society had evolved towards a scientific phase in which social problems could be resolved by way of reasoned analysis. Karl Marx, another father of sociology, offered a tremendously influential, self-consciously scientific analysis of capitalism and the subsequent inevitability of communism, through which poverty and inequality would be eradicated. Following in this Enlightenment tradition, disciplines like sociology, economics, and political science have in recent decades concerned themselves with the amelioration of devastating social problems like inequality, underdevelopment, environmental degradation, oppression, and violent conflict. 

Yet, despite all the attention devoted by academic observers, activists, and policymakers, progress in remedying these still endemic social problems has been limited, uneven, and all too reversible. Why have the efforts of an army of social scientists working over several generations not yielded more tangible progress in combating our most pressing social problems? In this essay, I argue that the lack of a coherent conception of human nature has contributed to the frustrating results of our attempts to advance human society through scientific inquiry. I suggest that greater understanding of the human spirit can contribute to the overarching project of improving the human condition that unites all of the social sciences. 

Speaking broadly and simplifying vastly (as limited space necessitates), two meta-paradigms concerning human nature have guided much social science research in the past several decades. On the one hand, there is a rationalist paradigm that theorizes human beings as egoists rationally pursuing their self-interest. This understanding of human nature provides the foundation for the discipline of economics and has become increasingly dominant in political science. In emphasizing that actions follow a “logic of consequences” in which decisions are based on how expected outcomes will affect an individual’s utility, the rationalist paradigm does not consider morality an inherent dimension of human action. In this framework, people are portrayed as largely amoral, only taking normatively proper actions if doing so benefits them personally or if they happen to derive unusually high utility from virtuous behavior due to idiosyncrasies in character.

In political science, the assumptions underlying the rationalist paradigm lead to a rather pessimistic outlook on the likelihood of arriving at morally agreeable outcomes. For instance, there is no reason to believe that a dictator will stop employing violence against his own citizens just because the international community urges that it is the right thing to do; rather, such behavior will continue until the leader’s incentive structure changes, making political repression too costly to continue. However, characterizing people as rational actors need not entail such a bleak outlook. In economics, for example, there seems to be an almost axiomatic faith in Adam Smith’s notion that the rational pursuit of self-interest benefits the entire collectivity.

In contrast to the rationalist approach, there is a normative paradigm that conceives of human beings as primarily concerned with aligning their actions to standards of appropriateness for particular roles and identities in different social situations. While the rationalist paradigm thrives in economics and political science, the normative paradigm is most prevalent in sociology. From this perspective, people are less concerned with doing whatever it takes to achieve their aims than with determining which actions are prescribed for given circumstances and behaving accordingly. In this way, actors do what is perceived as right for its own sake, operating according to a “logic of appropriateness” rather than a “logic of consequences.” In a sharp contrast to the amoral egoists that populate rationalist models of the world, human actors in the normative paradigm are conceived of as fundamentally moral beings, deeply influenced by what their communities consider right and proper. 

While acknowledging the potential for a gap between standards of appropriate behavior and the capacity to adhere to those standards in practice, the normative paradigm tends towards an optimistic estimate of the possibility of achieving morally desirable outcomes. Problematic behavior can be corrected through moral suasion based on clearly articulated normative standards, without necessarily appealing to the self-interest of deviant actors, as in the rationalist paradigm. For instance, pro-democracy international institutions might be able to socialize officials from authoritarian countries into valuing democracy for its own sake, transcending their rational inclination to perpetuate oppressive arrangements.

How can we reconcile these profoundly disparate visions of humanity in analyzing and attempting to remedy social problems? Many acknowledge that social action can follow both the rationalist “logic of consequences” and the normative “logic of appropriateness,” but social theorists have yet to construct a coherent framework that can explain when action might follow one or the other logic. Far too much energy has been expended in unproductive debates in which analysts draw on limited empirical findings to assert the superiority of their favored approach. 

To be sure, both paradigms are intuitively plausible, and one can easily find cases that fit the predictions of each. But both approaches are incomplete, and unable on their own to account for the full range of human behavior. The rationalist paradigm offers no explanation for why discourses about norms and morality comprise such an essential part of everyday human experience, while the normative approach fails to account for the pervasiveness of anti-social and immoral behavior. But if we are neither the self-seeking sociopaths envisioned by the rationalist paradigm nor the perfectly socialized automatons imagined by the normative paradigm, then who are we?
I suggest that social scientific analysis and policymaking might be well served by drawing on conceptions of human nature that derive more from the inherited wisdom of religious traditions and less from the abstract deductions of contemporary theoretical paradigms. The perspective I advocate takes up a broad theme of the Abrahamic faiths – the universal corruptibility of the human spirit, beginning with the transgressions of the very first human beings in the story of the Garden of Eden. In other words, I argue that it is analytically useful for social science research to conceptualize human beings as sinners.

With this characterization, I suggest that people are highly aware of and concerned with the normative prescriptions of the various social groupings to which they belong, and typically act to uphold and reinforce these standards of behavior. However, as the fallible creatures that we are, we fall prey to a range of spiritual lapses that lead us to use to violate even our most sacred moral codes. Common-sense reflection on the historical record of human behavior can shed light on how our penchant for sinfulness expresses itself. We have shown that we disregard the lives of others in the pursuit of profit and power. We dehumanize and oppress those whom we perceive as different from ourselves. We grow comfortable in positions of wealth and influence, protecting our own standing against changes that would benefit the rest of society. We think only of our own short-term gain rather than our long-term responsibilities to those who will come after us. We are indifferent to the suffering of strangers. We break promises, tell lies, and act hypocritically. We take for granted and hurt the ones we love. 

Of course, our propensity for sinful behavior does not mean that we are only capable of depravity. Indeed, most of the time we follow the moral standards of our communities in an unreflective, straightforward fashion. And we are certainly capable of deep compassion and heroic self-sacrifice. But our spiritual imperfection means that we all have an inherent potential to stray from a righteous path, especially during extreme conditions like warfare, political instability, poverty, and economic depression. This potential is universal and timeless, and exists within men and women, rich and poor, traditional and modern, educated and illiterate, believer and skeptic alike. The exact nature of our vices, and the extent to which they impact other people, might vary according to our social positions (a prince’s failings can cause greater harm than a pauper’s), but corruptibility is something we all share.

Imagining human beings as sinners makes sense of the paradoxical views of humanity offered by the rationalist and normative paradigms while overcoming their limitations. This perspective incorporates the normative paradigm’s insight that people care about upholding the standards of appropriateness of their communities, but sheds the naïve expectation that they will almost automatically abide by these standards. This perspective also accepts the rationalist paradigm’s premise that people often engage in aberrant, self-serving action. However, while the rationalist paradigm suggests that people pursue their own satisfaction without considering the normative implications of their behavior, the view of humans as sinners recognizes that people generally aspire towards decency, even if they are sometimes susceptible to moral breakdown. Eschewing firm a priori assumptions about people’s inclination towards normatively appropriate behavior, the spiritual paradigm I propose starts from acknowledging our demonstrated capacity for both upstanding and immoral behavior. A social science research program built upon such a vision of humanity would aim to investigate the social conditions under which people engage in different types of behavior – virtuous and vicious – and draw upon this knowledge to design policies that will better confront the most lasting and pernicious social problems.

An inadequate understanding of humankind’s spiritual character can lead to two types of problems that have plagued modern attempts to shape our societies for the better. First, we often craft policies that rest on naïve assumptions about human nature, and which could only work in practice if we were saints rather than sinners. For instance, a laissez faire approach to economic regulation stems from the notion that allowing people to freely pursue their economic self-interest leads the economy to thrive. But this position underestimates the extent to which economic actors, left unchecked, are prone to greedy or shortsighted behavior that can harm society as a whole. The current financial crisis resulted from the creation of high-risk financial instruments that led consumers to take on mortgages they could not afford and companies to over-invest in dubious mortgage-backed securities. These policies enriched the finance industry and expanded the ranks of homeowners in the short-term, but the bursting of the housing bubble led to an epidemic of foreclosures, a stock market crash, a drying up of credit, and a global economic recession. 

The policy of abstinence-only sex education is another case in which the likelihood of virtue is overestimated. This policy relies on the sexual restraint of young people to reduce pregnancy and sexually transmitted infections among teenagers. Such programs have been found to be ineffective because they fail to appreciate the difficulty of resisting the temptation to engage in risky sexual behavior for even the most steadfast advocates of abstinence. These examples suggest that policies too dependent on the proper behavior of those involved will tend not to be very successful. 

A second problem deriving from our inadequate understanding of human nature is our tendency to divide the world into rigid categories of those who are righteous and those who are wicked, often succumbing to the hubristic assumption that God is on our side. Rather than recognizing that we are all equal in our potential for moral failure, we forget our own sinfulness, with the ironic result that those most ostensibly committed to social progress along Enlightenment principles can be guilty of the most brutal inhumanity.
Idealistic political movements have frequently illustrated such a dynamic. The French Revolution, for instance, produced the Declaration of the Rights of Man in 1789, proclaiming liberty, property, security, and resistance to oppression to be natural rights. Just a few years later, Robespierre’s Committee for Public Safety launched a program of arbitrary executions to protect the revolutionary government from the perceived threat of internal enemies, an absurd blasphemy of the Revolution’s foundational principles. Similarly, the vanguard of the Bolshevik Revolution viewed itself as leading the world towards a communist future that would eradicate inequality and establish the conditions for universal human flourishing. Yet this project devolved into a paranoid police state that imprisoned and executed millions of kulaks, Cossacks, and other class enemies for the sake of the unquestionably righteous Revolution. 

As casual observers of history, we tend to attribute such atrocities to the uncommonly evil character of the key figures involved: Hitler, Stalin, Pol Pot, Mao. But such horrors as chattel slavery, colonialism, the Holocaust, the Rwandan genocide, ethnic cleansing in the Balkans, and the Darfur crisis are not simply the work of a single monstrous leader or a few bad apples. They require many hands, and arise from an all-too-human capacity to inflict harm on others, to be overcome with hatred, to turn a blind eye to suffering and injustice – in short, to be inhumane. The urge to dissociate ourselves from such evils is powerful, as we like to think of ourselves as good people, incapable of such savagery. But the history of human suffering is the story of allegedly good people doing terrible things to each other. Thus, we must accept any sin committed by another person as potentially one of our own.

Treading a righteous path – as individuals, as corporations, as nations – is difficult, but certainly not impossible. Bringing our aspirations for values like equality, liberty, and peace closer to fruition requires not just technical knowledge, but also attention to how the spiritual character of human beings shapes the implementation and effectiveness of policy initiatives. When we acknowledge the darker aspects of our nature, the design of policies becomes a matter of identifying and protecting against the sources of temptation we may face. 

The structure of American political institutions might serve to illustrate a well-crafted policy in this regard. Wary of the concentration of power in the hands of any one entity, the drafters of American institutions dispersed authority among three distinct branches of government. While members of each branch have worked to enhance their own power, the separation of powers ensures an ongoing wrangling between the executive, legislative, and judicial branches, the result being that no one branch can accumulate absolute authority. Instead of trusting political actors to refrain from power seeking, the founders anticipated the temptation to extend one’s reach and devised mechanisms to check that tendency. In this way, democratic rule has survived for over two centuries.

The modern social sciences offer an impressive array of techniques for acquiring systematic knowledge about human societies. But scientific knowledge will not lead the world on a linear march of progress if not coupled with an honest and accurate reckoning of human nature. Turning with humility to the insights into the human spirit offered by religious traditions may be the best way to appreciate and temper the shortcomings we have shared from the beginning.

P. Geoffrey Bakken is PhD candidate in Sociology at the University of Wisconsin.

Yeri ve Sorumluluklarıyla İnsan

Eğer insanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesi, bütün yaratılanlar arasında Hakk’ın gözdesi, topyekün varlığın özü, usâresi ve Yüce Yaratıcı’nın en parlak aynası ise –ki bunun böyle olduğunda şüphe yoktur– onu bu âleme gönderen Zât, kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her şeyi yerli yerinde kullanarak kendisinin ilim, irade, kudret.. gibi sıfatlarına şuurlu bir temsilcisi olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini verecektir ki, o, varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler yaşamasın, hâdiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mâhiyetine dercedilmiş bulunan istidatları inkişâf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik mânialara takılmasın. 
İnsanoğlunun, bugünkü başarılarıyla ve eserleriyle farklı bir donanım ve imkânlarla dünyaya gönderildiği açıktır. Evet onun, kendisinden kaynaklanan onca münasebetsizliğe rağmen, bugün ulaştığı nokta ve elde ettiği muvaffakiyetlere bakılacak olursa, herhangi bir engele takılmadığı, yaptığı bazı işlerde yanlışlıklara girse de pek çok başarıya imza attığı, iradesinin hakkını yerine getirip varlığı yeniden şekillendirmeye gittiği, dünyayı imar ederek farklı bir konuma getirdiği, bilerek veya bilmeyerek, Cenâb-ı Hakk’ın, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım...” tebşiriyle anlattığı ve yeni bir vazifeliler kadrosuna işaret buyurduğu semavî ihbarına tam bir ayna olduğu ortadadır. 

Gerçi o bazen, meleklerin keşif ve müşahede yoluyla ileri sürdükleri fesat endişesini doğru çıkardığı da olmuştur; ama, böyle kısmî şerlere karşı, onunla gerçekleşen geniş, kalıcı ve cennet neticeli hayırların sayısı da az değildir. Evet, onun dünyasında nisbî fenalıklara karşı her zaman izafî hayırlar da devam edegelmiştir. İnsanlığın ayları, güneşleri sayılan salih kullar, evliyâ, asfiyâ ve enbiyâ ile, bir kısım kötülüklere, fenalıklara mukabil; hayırlar, güzellikler de her tarafa yayılmış, her yanda yaşanmış ve Allah’ın insana emanet ettiği hilâfet mührünün hakkı, hususiyle de yaratılış gayesinin şuurunda olanlarca kat katıyla edâ edilmiştir. Yaratılış esprisini kavramış bir mü’min, farklı yaratılışıyla mütenâsip farklı düşünce, farklı inanış ve farklı davranış sorumluluğuyla –ki beklenen de odur– bu âleme gönderildiğini anlar ve tavırlarını ona göre ayarlar. Böyle davranması gerektiği insanın zahirî ve batınî donanımından anlaşıldığı gibi, Kur’ân’da onun gerçek kıymetiyle tavırları, davranışları arasındaki münasebetin sık sık vurgulanmasından da anlaşılmaktadır. Yüce Yaratıcı Kur’ân’da: “Ben cinleri ve insanları başka değil, (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” diyerek, insan olarak yaratılışın, hilâfete mazhariyetin, farklı donanımın en önemli gâyesini vurgulamaktadır. Böyle bir ilk hatırlatma, hem önceki nimetlere karşı bir umumî sorumluluk ve teşekkür çağrısı hem de hilâfet vazifesinin temel yörüngesini nazara verme adına önemli bir tembihtir.

En şümullü ifadesiyle kulluk da diyebileceğimiz ubudiyet, varlık ve eşya ile hem-âhenk olmanın, dünya ve içindekilerle uyum içinde bulunmanın, kâinatın sırlı koridorlarında yürürken şuraya-buraya takılmadan yol almanın, sözün özü, otağını tekvinî esaslarla teşriî emirlerin birleşik noktasında kurmuş bulunan insanoğlunun, iç âhengiyle varlık arasındaki dengesini korumanın semavî unvanıdır. Esasen bu âhenk ve bu denge sağlanmadan, insanın insanî değerlere saygı içinde ve onları koruyarak yoluna devam etmesi de mümkün değildir.

İnsan, yaratılış gâyesine uygun hareket ettiği ölçüde varlık ve hâdiselerle olan münasebetlerini korumada da başarılı sayılır. Aksine, yaratılış gâyesine uygun davranmayan ya da kısmen dahi olsa sorumluluklarını aksatan, kendi hedefsizliği ve başıboşluğu yanında, kâinatın dönen dolapları, işleyen çarkları karşısında sürekli müsâdemeler yaşar ve bir mânâda kendi evi, kendi sarayı sayılan bu dünyayı içinde yaşanılmayan bir cehenneme çevirebilir. Daha bugünden bazıları, çok yakın bir gelecekte dünyanın, böyle bir cehenneme çevrileceği endişesiyle tir tir titriyorlar.. 

Şurası da bir gerçek ki, âdi sebepler plânında varlığın tâbi olduğu cebrî kanunlarla, insanın iradî genel davranışları arasındaki uyumu, ancak ve ancak kâinatları bir meşher, bir kitap gibi hazırlayıp insanoğlunun istifadesine sunan Zât bilir. Böyle bir bilgi kaynağından gelen mesajlar çerçevesinde teşriî emirlere uyum, tekvinî esasların esrarına vâkıf olmanın ve onlarla hem-âhenk bulunmanın da biricik yoludur. Evet insan, ancak bu sayede, bütün varlığın bağlı olduğu kanunlarla müsâdemeden ve boşluklar yaşamadan kurtulur ve kendi evinde, kendi sarayında bulunmanın huzurunu duyar. Aksine, insanın Yaratıcı’sından kopması, O’ndan uzaklaşması onu üst üste kopma-uzaklaşma, varlık ve hâdiselerle müsâdemede bulunma fâsit dairesi (kısır döngü) içine çekecektir ki, böyle birinin iflâh olması mümkün değildir. 

İnsanın, Yaratıcı’ya halife olma aktivitesi, O’na inanıp ibadet etmeden eşya ve hâdiselerin esrarına vâkıf olmaya, ondan da tabiata müdahale etmeye kadar fevkalâde geniş bir dairede cereyan eder. Hakikî bir insan bütün bir ömür boyu evvelâ, imanıyla duygu ve düşüncelerini plânlar, değişik ibadet çeşitleriyle ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokar, genel muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeler ve arzın derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde nev’inin bayrağını dalgalandırarak gerçek bir halife olmanın gereklerini yerine getirip iradesinin hakkını edâ etmeye çalışır; çalışır ve yeryüzünü imar eder, varlıkla insanoğlu arasındaki âhengi korur, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak, Yaradan’ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini daha bir insanî seviyeye getirmeye gayret eder.

İşte, özünde Allah’a kulluk mânâsını da ihtiva eden gerçek hilâfet budur.! Ve bu aynı zamanda en küçük bir cehdle en büyük bir ihsanın birleşik noktasıdır. İnsanı, kestirmeden böyle bir noktaya ulaştıracak hamlenin adı da ibadettir. Bazılarının zannettiği gibi ibadet sadece bir kısım belirli hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir; o şümullü bir kulluk ve kapsamlı bir sorumluluğun unvanıdır.. ve hilâfet namıyla, insan-kâinat-Allah münasebetinin en açık, en net ifadesidir. Eğer ibadet insanoğlunun bütün esaretlerden sıyrılarak Allah’a bağlanma şuurunu kalbe yerleştirmesi, varlığın her parçasında O’na ait güzellikleri, O’na ait nizamları, O’na ait âhenkleri görüp, duyup hissetmenin adı ve unvanı ise –ki öyle olduğunda şüphe yoktur– o herkesle ve her şeyle beraber Hakk’a müteveccih olmanın, her şeyi O’na bağlamanın; bağlayıp her an O’nunla nazarî-amelî irtibatlarını yenilemenin en sıhhatli ve en kestirme yoludur. Şuurla böyle bir yolda yürüyen hiç kimse, kendisinin bir memur, vazifesinin de hilâfet gibi bir pâye ile şereflendirilmenin hakkını edâ etmekten ibaret olduğunda tereddüt etmez; etmez ve şu muvakkat dünya hayatını dolu dolu yaşayıp yaşatmaya; köşe-bucak uğradığı her yere, gayret ve samimiyet mürekkebiyle nâmını yazmaya; elinin ve ününün ulaştığı her noktaya duygularını soluklamaya; zamanın, mekânın her parçasını ona bağladığı düşüncelerini nakşetmek suretiyle bütün dünyaları doldurabilecek bir derinliğe ulaşmaya ve sonsuzu peylemeye yetebilecek bir niyet enginliğiyle yaşamaya çalışacak ve böylece, ebediyetlere namzet olmanın huzuruyla kevn ü mekânları aşan, cennetlere ulaşan en derin ruhânî hazlar içinde dolaşacaktır.

Hele bir de bu insan, tekvinî esaslarda ve teşriî emirlerde, vazife ve sorumluluğu öne çıkararak, yaptığı iş ve hizmetlerin sonuçlarına bağlanmaktan daha çok, onların özünü ve ruhunu takip edebiliyorsa, ne neticelerin umduğu gibi çıkmayışı onu inkisara uğratır ne de kulluk iştiyakından ona bir şey kaybettirir; yaptığı her hizmeti derin bir ibadet neşvesi içinde yerine getirir ve var olmanın en üst kademesi sayılan hakikî mü’minler zirvesine ulaşmanın şükrüyle oturur-kalkar; oturur-kalkar ve asla ye’se düşmez, paniğe kapılmaz ve yol mihnetiyle bıkkınlık yaşamaz.. ye’se düşmek, paniğe kapılmak, bıkkınlık yaşamak bir yana o, nefs-i amelin özündeki o derin lezzetlerle daha bir şahlanarak, Mevlânâ edâsıyla: “Kul oldum, kul oldum, kul oldum / Kullar azat olunca sevinir / Ben ise kul olduğum için şâd ve mesrurum” der, iş ve amelin değerini, ona terettüp eden netice ile değil de, doğrudan doğruya yaptığı vazifenin sıhhati, onun hâlisâne edâ edilmesi ve Hak rızasına muvafık düşmesiyle ölçer ve değerlendirir. Böyle davranarak kulluğunun enginliğini, onu ücretlerle, mükâfatlarla irtibatlandırarak daraltmaz, dünyaya ait sonuçlarla, ilâhî ve uhrevî amelleri dünyevîleştirmez; aksine onu, hep sıfırın sonsuza nispeti içinde mütalâa eder ve ruhunda duyduğu bu ölçüdeki bir nispetin genişlendiriciliğiyle yaşar. Duyguları, düşünceleri ve kalbiyle bu genişliği duyup hisseden biri, Hakk’a kul olmanın rahatlığına erer ve değişik baskılardan kurtulur; kurtulmakla kalmaz, vicdanında ezmeyen, zelil kılmayan bir kapının bendesi bulunduğunu duymakla insanlığını kurtarmış ve gerçek hürriyetini elde etmiş olur. Onun ilk cebrî lütufları değerlendirmesi istikametinde böyle davranması bir vazife, Allah’ın değişik dalga boyundaki lütuflarını devam ettirmesi ise ikinci bir ihsandır.

Eğer insan, yeryüzünde Allah’ın halifesi ise –potansiyel olarak insanoğlu bu mazhariyetin biricik namzetidir– o, Allah için işleyecek, Allah için başlayacak, Allah için küsecek, Allah için sevecek, O’nun izni dairesinde varlığa müdahale edecek ve ele aldığı her işi O’na niyâbet mülâhazasıyla yerine getirecektir. Dolayısıyla da, ne başarılarıyla gururlanacak, ne yenilgileriyle ümitsizliğe düşecek, ne kabiliyetleriyle övünecek ne de üzerindeki Hak mevhibelerini inkâr edecek; her şeyi O’ndan bilecek ve gördüğü işleri birer istihdam sayarak, her yeni başarısıyla güven yenilemesi mânâsında yeniden bir kere daha Rabb’ine yönelerek itimat ve vefasını haykıracak ve günde birkaç defa Âkifçe ifadesiyle kendi kendine: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, tevfike râm ol... / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” sözleriyle nefes alıp verecektir. Sürekli gerilimde, her zaman azimli, daima şevk içinde, hep vazife şuuruyla oturup kalkacak ve her zaman hareketlerini, hamlelerini kulluk gâyesine bağladığı için de ne zafer ve başarılarıyla küstahlaşacak, ne de hezimetleriyle inkisarlar yaşayacaktır. Düz yolda yürürken veya yokuş aşağı inerken nasıl bir heyecan ve rahatlık içinde ise, en sarp yokuşlara tırmanırken de aynı azim ve aynı kararlılığı gösterecektir.

Evet o, bir yandan hilâfet vazifesini yerine getirme uğrunda, aklî, kalbî, ruhî, hissî bütün melekelerini harekete geçirerek her türlü tasavvuru aşkın bir performans sergilerken, diğer yandan da, sorumluluğu kapsamına girmeyen neticeler konusunda olabildiğine mütevekkil, teslimiyet içinde, yeni hamleler peşinde, alternatif oluşumlar adına ümitlerle dopdolu ve hep Allah’la irtibat peşindedir. 

İşte gerçek mü’min ve tam bir hakikat eri örneği! Bu çizgide niceleri gelip gitmiş ve geçtikleri yerleri cennetlerin koridorları haline getirmiş.. ve niceleri de bu yollarda Hakk’ın vadettiği günlere doğru yürüyorlar. Gelip geçenler de, yollarda onları takip edenler de kendilerine ait özelliklerin kahramanları olarak yaşadılar ve yaşıyorlar. Küçük bir menfezle bile bu imtiyazlıları temâşâ etmek epey zaman alacak.. onlar ve siz müsaade ederseniz; bu konuyu başka bir zamana bırakalım.


Yeniümit

28 Aralık 2011 Çarşamba

İnsan DNA'sında Yolculuk


1950'li yıllarda DNA'nın yapısının anlaşılması, yaradılışın ardındaki sanat ve mühendisliğe hayran olmak yerine, evrime dâir yeni verilerin daha yoğun araştırılmasına sebep olmuştur. Batı tıbbının hızlı geliştiği bu yıllarda, insan DNA'sının tek vazifesinin, proteinlere ait bilgiyi anne ve babadan gelecek nesillere taşımak olduğu düşünülüyordu. Bu dönemde proteinlere hayatın kaynağı olarak bakılmış ve evrimin ilk basamaklarında aminoasitlerin genetik bilgi olmadan nasıl yan yana geldiklerine dâir onlarca makale üretilmiştir. 1960'lı yıllarda ise insan DNA'sının büyük bölümünün aslında proteinleri kodlamadığı anlaşılmıştır. O yıllarda insan genomundaki yaklaşık üç milyar baz çiftinin sadece % 2-5'lik kısmının doğrudan proteinleri kodlama ile ilgili olduğu düşünülmüştür.1 Evrimci bakış açısı varlığa hikmet gözüyle bakmadığı için DNA'nın protein kodlamayan bu büyük kısmını, "junk DNA-hurda/çöp DNA" olarak tanımlamıştı.2 Evrimcilerin ifadesiyle, insan DNA'sının büyük bölümü hiçbir işe yaramamaktadır. Evrimin erken basamaklarında kullanılan şimdilerde kullanılmayan ve işe yaramayan bu kısım, âdeta hücrelerin çekirdeğinde bir yük olarak fazladan yer işgal etmektedir. Evrimcileri heyecanlandıran bu tespit, evrim taraftarı herkesin çok hoşuna gitmiştir. DNA'nın bu kısmına verilen "junk; hurda-çöp" kelimeleri, ateist bilim insanlarının zihninde "gereksizlik ve işe yaramazlık" algısını ciddi şekilde güçlendirmiştir. 

2000'li yıllara gelindiğinde, insan genomunun nükleotid dizi sırası belirlenmiş ve bu, DNA'nın yapısının keşfinden sonraki en büyük ilmî gelişme olarak adlandırılmıştır. Bu çalışmanın ana neticelerine göre, insan genomunda tahmin edilenden çok daha az gen vardır. 1990'lı yıllarda insan genom kütüphanesindeki gen sayısının yaklaşık 140 bin olması gerektiği iddia edilirken, 2000'li yıllardaki araştırmalar gen sayısını yaklaşık 25–30 bin olarak tescillemiştir. Dahası proteinleri kodlayan kısım, toplam DNA'nın % 5'ini değil, sadece % 1,5'ini oluşturmaktadır. Hurda/çöp DNA olarak tescillenen kısımların çok fazla tekrar dizi ihtiva ettiği anlaşılmıştır. Bu tekrarların varlığı, çoğu bilim adamının zihninde "hurda-gereksiz-işe yaramaz" algısını daha da güçlendirmiştir. Bu yüzden pek çok kıdemli araştırmacı, insan DNA'sının bu bölümünün detaylı araştırılmasının gereksiz olduğunu,3 zaman ve para israfına sebep olacağını4 ifade etmiştir. 

O yıllarda bilim çevrelerinde evrime inanmamak veya evrim karşıtı bir şey yazmak, büyük bir ilmî cehalet kabul edilmektedir. Ancak, peşin hükümlü olmayan bazı uzmanlar, hâdiseye daha farklı bir açıdan yaklaşıyorlardı. Bu bilim insanlarından biri olan Dr. Evan Eichler şöyle diyordu; "Hurda DNA ifadesi bizim cahilliğimizin yansımasıdır."5 Başka bilim adamları ise birbirine yakın türlerde, bu tekrarlayan dizilerin fonksiyonlarının farklı olduğunu gözlemlemişler ve şaşkınlıklarını ifade etmişlerdir.6 Bu araştırmacılar, evrim düşüncesinden vazgeçmeseler de, insan genomundaki DNA'nın daha çözülmemiş çok sırrı olduğunu fark ettikleri açıktır. 

Bilim adamlarının ekserisi evrimi destekleyen yaklaşımdan yanaydılar. Onlara göre Yaratıcı -haşa- kesinlikle yoktu; insan DNA'sının en az yarısı, hurda-çöp dizilerden ve mânâsız tekrarlardan oluşuyordu. Bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymak için çok fazla zaman geçmesi gerekmedi; yirmi yıl önce cılız çıkan sesler, şimdi çok daha gür çıkıyor. Gerçekte hücrelerde, ne hurda ne de çöp DNA vardı; insan DNA'sı da tıpkı diğer yaratılmışlar gibi bir mühendislik ve ilim ürünü olduğuna dâir çok fazla işaret ihtiva etmektedir. Her bir harfin, her bir kodonun tahminlerimizin çok ötesinde mânâları vardır. Son on yılda yukarıdaki son cümleyi destekleyen o kadar çok ilmî gelişme oldu ki, önümüzdeki on yılda nelerin ortaya çıkacağını kestirmek şimdiden zor görünüyor. 

Protein sentezinde kullanılan genlerin okunup okunmamasını ve seviyesini düzenleyen mekanizmaları araştıran bilim dalı epigenetik, öyle hakikatler ortaya çıkarmıştır ki, "junk-hurda-çöp" kelimelerini kullananların dahi bir daha oturup düşünmesi zarurî hâle gelmiştir. İnsan DNA'sının hurda olarak adlandırılan kısımları, artık daha münasip kelimelerle "non-coding DNA/protein kodlamayan DNA" şeklinde ifade edilmeye başlanmıştır. Hattâ öyle ki, artık diğer kelimeleri kullanmak bilim dışı ve hattâ ayıp kabul edilmektedir. Bu her ne kadar Cenab-ı Allah'ın ilmine olan saygıdan kaynaklanmasa da, en azından evrim düşüncesi ile bulanmış zihinler için, kıymetli bir ilerleme kabul edilmelidir. Bilim camiası için otuz yılda çöp-hurda kelimeleri yerine, daha ilmî ve insanı düşünmeye iten bir tarifin kullanılması sevindiricidir. 

Şimdilerde biliyoruz ki, protein kodlayan bir geni çalıştırmak, onun kodladığı bilgiden bir kopya çıkarmak, kopyayı proteine çevirmek, bu proteine onlarca ek yapmak veya ondan bazı parçaları kesmek, başka proteinler ile birleştirmek, üç boyutlu hâle getirmek, sebepler dairesinde tahmin edilenden çok daha karmaşıktır. DNA'nın protein kodlamayan kısımları, gerçekte proteinlere ait bilgiyi kodlamamakta ancak artık "aslî düzenleyiciler" olarak kabul edilen binlerce farklı mikroRNA (microRNA) kodlamaktadır. Bu RNA dizileri, bir proteine ait bilgi taşımadıkları ve protein kodlanmasında kullanılmadıkları için genellikle non-coding RNA (protein kodlaması yapmayan RNA) olarak adlandırılmaktadır.7 

Son yıllarda bu mikroRNA'ların çok sayıda vazifesi ortaya konmuştur. Şu ânda hücrelerin içinde gerçekleşen bütün sentez hâdiselerinin mikroRNA'ların kontrolü altında gerçekleştirildiği bilinmektedir. Son derece kısa olan bu mikroRNA'lar ona yakın farklı grupta sınıflanmakta ve sadece sağlıklı hücrelerdeki sentez faaliyetlerini değil, kanser dâhil, insanoğlunun maruz kaldığı pek çok hastalıkta önemli rol oynamaktadır.8 Kanser hastalığının erken teşhisi ve tedavisinde bu mikroRNA'ların çok yakın bir zamanda kullanılabileceği de ortaya konmuştur.8,9

Burada, hurda(!) DNA'da kodlanan ve artık temel düzenleyiciler olan mikroRNA'larla ilgili bir uzmanın ifadelerine yer vermek uygun olacaktır. Yıllardır hurda olarak kabul edilen ve evrim basamakları içerisinde bir türlü kurtulamadığımız(!) DNA'mızın % 50'si bugün, insan genomunun tarifini dahi değiştirmiştir. Genellikle genom deyince akla proteinlere ait bilgiyi kodlayan DNA kısımları gelir ve bu sadece toplam DNA'nın %1,5'i kadardır. Oysa Dr. Mattick ve arkadaşlarına göre, protein kodlayan genlerdeki bilgi, akıl almayacak kadar sofistike (karmaşık) bir kontrol ve düzen içerisinde kullanılmaktadır ve mikroRNA'lar "master (ana/temel) düzenleyiciler"dir. Bu sebeple DNA'mızı "düzenleyici serilerden yaratılmış bir derya ve protein kodlayan kısımları da bu deryadaki adacıklar" olarak tanımlama ihtiyacı duymuşlardır.10

Bütün bu gelişmelere ve hakikatlere rağmen, evrime inanan pek çok bilim insanı, junk-hurda kelimelerinin büyüsüne kapılmış ve bu ifadeleri kullanmaya devam etmiştir. 2001 yılında ülkemizde saygın bir dergi konu ile ilgili ek bir ek yayımlamış ve bilim adamlarının görüşlerine yer vermiştir. Aşağıdaki ifadeler bu ekten alınmıştır:

"İnsan genomundaki protein kodlayan bölgeler (genler) toplam DNA dizilerinin yalnızca % 1,5'i. Geri kalan bölümün yarısından fazlası tekrarlanan dizilerden (hurda DNA) ibaret. Bu DNA dizilerinin insanın geçmişiyle ilgili, artık kullanılmayan, 'hurda DNA dizileri' oldukları düşünülüyor. Bu dizi tekrarlarının tarihlerinin belirlenerek, ne zaman oluştuklarının belirlenmesi ve başka türlerin genomlarıyla karşılaştırılmaları, evrimin moleküler seviyede incelenmesi açısından önemli. Bu alanda çalışmalar yapıyorlar. Genom araştırmacıları bu tekrarların oranının canlıdan canlıya değiştiğini; meselâ insan hücresi genomunda % 50, hardal otunda % 11, kurtçukta % 7, sinekte % 3 tekrar dizilerinin bulunduğunu tespit etmişlerdir. Genomlar üzerinde yürütülen biyoinformatik çalışmalarda, sineğin, genomundaki hurda DNA'lardan 12 milyon yıl önce arındığı, memeli organizmalarınsa bu işlemi en son 800 000 yıl önce gerçekleştirdikleri hesaplanmıştır."11
Yukarıdaki ifadelerin birinci bölümünün ne kadar yanlış, peşin hükümlü ve bilim dışı olduğu ortadadır. Daha önemlisi birinci bölümdeki ifadeleri doğru kabul ederek yazılan ikinci kısımdaki talihsizliktir. Her bir canlının orijinal olarak yaratılmış olduğunu kabul etmek yerine, canlıların birbirinden türemiş olduğuna inanmak, insana ikinci paragraftaki büyük hataları yaptırıyor. İnsanda çok olan ancak daha alt canlılarda az ve fakat işe yaramaz olan bir şeyden bahsediliyor. Dolayısı ile sineğin daha önceleri sahip olduğu bu hurda kısımlardan 12 milyon yıl önce arındığı ifade ediliyor. Oysa bugün biliyoruz ki sebepler dairesinde insanı insan yapan düzenlemeler, DNA'nın yukarıda hakaret edilen % 50'lik kısmında bulunmaktadır. 

2010'lu yıllarda ise, DNA'mızın hurda dediğimiz kısmının bir ilim deryası olduğunu ve Cenab-ı Allah'ın her şeyi sonsuz ilmi ve hikmeti ile yarattığını, insan DNA'sı vesilesi ile bir kere daha anlamış bulunuyoruz. Sözlerimizi şu hakikat ile bitirelim. Bütün insanların DNA'sı % 99,9 nispetinde aynıdır; geri kalan % 0,1'lik kesime verilen düzenleyici vazifeler ile -Allahu âlem- biz annemize-babamızdan farklılaşıyoruz, ortak dizilerle de binlerce ailevî hususiyete sahip oluyoruz. Sesimiz, yüzümüz, ellerimiz, boyumuz, ten rengimiz vs. pek çok hususiyetin kodları belki de burada gizli (her şeyin doğrusunu Cenab-ı Allah bilir). Yaratıcı'nın DNA'nın bu kısmında neler yazdığını, bize nasıl bir mesaj vermek istediğini henüz tam olarak anlamış değiliz. Görünen o ki, DNA, Yaratıcı'sı hakkında daha binlerce sır barındırıyor. 

Dipnotlar
1. Britten RJ. Repeated sequences in DNA. Hundreds of thousands of copies of DNA sequences have been incorporated into the genomes of higher organisms. Science (New York, N.Y.). 1968;161(841):529-540.
2. Ohno S. So much "junk" DNA in our genome. Brookhaven Symp Biol. 1972;23:366-370.
3. Lewin R. Proposal to sequence the human genome stirs debate. Science. Jun 27 1986;232(4758):1598-1600.
4. Robertson M. The proper study of mankind. Nature. Jul 3-9 1986;322(6074):11.
5. http://eichlerlab.gs.washington.edu/news/art9.htm.
6. Ludwig MZ. Functional evolution of noncoding DNA. Current opinion in genetics & development. 2002;12(6):634-639.
7. Alexander RP, Fang G, Rozowsky J, Snyder M, Gerstein MB. Annotating non-coding regions of the genome. Nat Rev Genet. Aug 2010;11(8):559-571.
8. Esquela-Kerscher A, Slack FJ. Oncomirs - microRNAs with a role in cancer. Nat Rev Cancer. Apr 2006;6(4):259-269.
9. Paranjape T, Slack FJ, Weidhaas JB. MicroRNAs: tools for cancer diagnostics. Gut. Nov 2009;58(11):1546-1554.
10. Mattick JS, Taft RJ, Faulkner GJ. A global view of genomic information--moving beyond the gene and the master regulator. Trends Genet. Jan 2010;26(1):21-28.
11. www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/yeniufuk/icerik/genom.pdf.


İhsan ÖMEROĞLU
Aralık 2011 Yıl :33 Sayı :395 

26 Aralık 2011 Pazartesi

İnsanla ilgili birkaç söz


Senin halktan beklediğin muamele, halkın da senden beklediği muameledir.
Başkalarının yardımına koşmak, Allah'ın inâyetine sunulmuş en beliğ bir davetiyedir.
Bir tebessümle dahi olsa, kardeşini sevindirmeyi ihmal etmemelisin!
İnsanları sevip, sevdiğini de hissettirmek, aklın yarısıdır.
İnsanlar arasındaki yerin, onların senin nezdindeki yerleri kadardır.
Sürekli etraflarına bağırıp-çağıranlar, arzularının hilâfına dostlarını kaçırır, düşmanlarını da sevindirirler.
Her yere burnunu sokan, asla töhmetten kurtulamaz...
Seni memnun edecek şeylerin, âlemi de memnun edeceğini unutma!
Akıllı insan, çevresinin gücünü de kendi hesabına kullanmasını bilendir... Akılsız ve beceriksizler ise, bu potansiyeli kullanmak şöyle dursun, etraflarını levmetmekle, bu gücü aleyhlerinde kullanmış olurlar.
Komşuluk, komşuya yapılır...
Şerrinden endişe ettiğin kimseyi bir de iyiliklerinle yumuşatmayı dene!
Cezalandırmaya muktedir olduğun zaman affet ki, affın bir değeri olsun.
Senin annenin kucağına oturmamış pek çok kardeşinin bulunduğunu sakın unutma!
Kayıtsız şartsız itaat edenler hariç, bağnaz tipler, etraflarını kırar geçirirler.
Herkesi hoşnut etmek, her babayiğidin kârı değildir.
İyilik görmenin yolu, iyilik yapmaktan geçer...
Garaz, insanı kör, sağır ve kalbsiz eder.
İyi-kötü başkalarına edip-eylediklerimiz, yarın karşımıza çıkacak şeylerin tohumlarıdır.
Ruh aynasında, iyiliklerin yanında kötülükler de sıra sıradır.
İdeal insan, kendine rağmen bir mum gibi yanar ve başkalarını aydınlatır...
Dili uzun, eli kısa olmak yılanlara yakışsa da, insan için yılanlaşma sayılır.
Affetmenin değeri, cezalandırma imkân ve iktidarıyla mebsûten mütenâsiptir (doğru orantılı).


İnsan Fıtratı Modellenebilir mi?


İnsan, kâinat ağacının meyvesi veya çekirdeği hükmünde olduğundan, âlemde her ne varsa insanda da bir örneği bulunur. Bir başka ifadeyle insanda bulunan cihazların, hislerin ve lâtifelerin kâinatta bir karşılığı vardır. İnsanla kâinat birbirinin kendi ölçüleri içinde izdüşümü veya yansımasıdır. En azından birbiriyle bağlantılı bir kompleks sistemdir. Kur'anî literatürde enfüsî ve âfâkî terminolojisiyle de ifade edilen insan ve kâinat, bir bütünün veya hakikatin iki yüzünü teşkil eder. Kâinatın sırlarının çözülmesi, insana ışık tuttuğu gibi, insanın sırlarının çözümü de kâinatı aydınlatır. 
İnsan günümüz bilim literatürü ile ifade edilirse; kompleks, nonlineer (doğru biçimde, birebir münasebet göstermeyen), ağ tabanlı sebep-sonuç bağlantılı ve sibernetik kuralları ile çalışan, holografik (parçada bütünün, bütünde parçanın yansıması veya temsili) adaptif (uyum sağlayıcı), dinamik, öğrenen bir sistemdir. Bu perspektiften insanın tutum ve davranışları, kompleks ve n sayıda faktörün karşılıklı münasebeti altında şekillenmekte ve ortaya çıkmaktadır. İnsan ve davranış arasındaki kompleks münasebeti, zihinlere yaklaştırmak için temsili bir matematik denklemi kurabiliriz. Davranışı Yi olarak tanımlarsak, davranışa yol açan faktörleri de Xi olarak sembolle gösterelim. Xi faktörlerini de kabaca Ai, Bi, Ci, Di olmak üzere dört grupta alt sınıflara bölelim. Davranış denklemini şöyle ifade edebiliriz: Yi= f(Xi); bu denklemi açarsak, Yi= f(Ai)* f(Bi)*f(Ci)*f(Di) olur. 

(Ai) ile temsil edilen faktör seti, gökyüzündeki cisimlerin, gezegenlerin, burçların hareketleriyle ortaya çıkan insanın enfüsî boyutunun âfâkî âlemdeki yansımalarını tanımlar. Dolayısıyla siz, insanın kişilik motifiyle ve mizacıyla gökcisimlerinin hareketleri ve yerleşimleri arasında veya renkler arasında bile bağlantılar ve münasebetler kurabilirsiniz. Bu doğru da olabilir. Ancak bu motiflerin ve münasebetlerin varlık seviyesi, ilmî ve misâlî olduğundan ve iki şeyin birlikte cereyanı (iktiran) veya birbirinin izdüşümü olduğundan insanın davranışlarını yöneten ve belirleyen asıl sebepler veya faktörler değildir. İki veya üç şey arasında bağlantı olması, o şeyler arasında otomatik olarak birinci dereceden sebep-netice bağlantısı olduğunu göstermez. Mikro âlem olan insanla makro âlem olan kâinatta gerçekleşen hâdiseler, aynı kanunlara tâbi olarak gerçekleşen simetrik yansımalı olaylardır. Burçların, gezegenlerin hareketleri, konumları ile insanın doğumu arasında bir bağlantı ve paralellik olabilir ve insanın doğumu anında gökcisimleri belli konumlarda olabilir. Hattâ farklı kişilik motiflerini açıklamada gökcisimlerinin ve burçların isimlerini veya tabiattaki renklerin motiflerini kullanabilirsiniz. Ama bu insan tutum ve davranışlarının, gökcisimlerinin hareketleriyle belirlendiği ve astrolojinin bizim kader programımızı şekillendirdiği gibi bir sebep-netice bağlantısına yol açmaz. Hulâsa, gökcisimlerinin hareketi üzerinden insanın mizacını ve geleceğini anlamaya çalışan astroloji, ve hurufilik gibi sahalar, insanın kaderini belirleyen veya deşifre eden asıl faktörler değildir. Hele hele insanı sorumluluktan kurtaran ve yanlış kader inancına sığınmasına yol açan bir faktör değildir. Bu şekilde, aralarında münasebet var ve korelasyon yüksek diyerek, astroloji fallarıyla, hurufilikle, ebced ilmiyle hesap düşürterek, sorumluluktan ve gayret göstermekten vazgeçmek, aklen, ilmen, dinen doğru değildir. 

(Bi) faktör seti ise, insanın mizacını (kişilik bandlarını, huy motifleri) tanımlar. Bu faktörler; doğuştan nöro-anatomik ve nöro-algılama motiflerine dayalı olarak şekillendiğinden davranış veya tutumu (Yi), reaksiyon aralığını ve motiflerini belirleyici ve sınırlayıcı rol oynar. Normal şartlar altında insanın tercihleri ve cüz'i iradesini kullanması bu motifler içinde gerçekleşir. İnsan kendini tanıyıp, dönüştürmezse ve kendi üzerinde büyük cihadını gerçekleştirmezse, hayat yolculuğunu doğuştan gelen çevre ve kültürle belli bir renk kazanan kişilik motifi üzerinde yapar. Bu faktörlerin etkileşim motifleri, farklı fıtratları veya kişilik motiflerini ortaya çıkarır. 'Can çıkmadıkça huy çıkmaz', 'Kişi yedisinde ne ise yetmişinde de odur' gibi veciz ifadeler kişilik motiflerinin veya insan mizacının ehemmiyetini vurgular. Resûlullah (sas)'tan nakledilen şu açıklamaya kulak verelim: 

'Eğer bir dağın yer değiştirdiğini duyarsanız inanınız; fakat bir insanın huyunu değiştirdiğini duyarsanız inanmayınız. Çünkü o, yaratıldığı hâl üzere olur.' 

(Ci) faktör seti ise, insanın cüz'i iradesini, aklını, ahlâkî yönünü ve içinde yaşadığı, şekillendiği sosyal çevrenin kaidelerini ve âdetlerini temsil eder. İnsan aynı zamanda sosyal ve ahlâkî bir varlık olduğundan, karakter eğitimini sosyal çevrede (anne-baba, okul, arkadaş çevresi) kazanır. Cüz'i iradenin kullanımına veya yönlendirilmesine bağlı olarak, (Ci) faktörleri yoluyla kazanılan alışkanlıklar ve karakterler, (Bi) faktör setinin oluşturduğu zeminde ortaya çıkar. Dolayısıyla (Ci) dairesindeki faktörler, Bi faktör setinin renklenmesine, çeşitlenmesine yol açar. Bu durumda insan, kendisine bir zemin ve altyapı sağlayan (Bi) ve (Di) faktörlerinin tesiri altında, yaptığı tercihlerden, davranışlardan ve karakterini inşa etmeden sorumludur. 

(Di) faktörü ise, ferdi aşan sosyo-ekonomik şartları, sosyal düzen ve resmî eğitimden gelen tesirleri temsil eder. (Di) faktörü setinin tesir nispeti, (Ai) ve (Ci) faktör setlerininkinden büyük iken, (Bi) faktör setininkinden küçüktür. Çünkü kişi, iradesini ve aklını içinde yaşadığı sosyo-kültürel ve politik sistemin kuralları içerisinde kullanmaya zorlanır. 

(Bi) faktör seti (kişilik, mizaç motifleri), (Ai), (Ci) ve (Di)'yi renklendiren ve şekillendiren önemli bir faktör seti olup tesiri birinci derecedendir. Ama sonuçta tutum ve davranışlarımız ortaya çıkarken; (Ai), (Bi), (Ci), ve (Di) faktörlerinin karşılıklı kompleks münasebetler ağına maruz kalır. Bu faktörlerin girift münasebeti sonunda, insanın biyolojik, psikolojik, sosyolojik, tarihî, ahlâkî, zihnî ve ruhî boyutları şekillenmektedir. Bu yedi farklı boyutun etkileşim ağı içinde insan, yeryüzünde hayatını yaşamaktadır. İnsanın bu farklı boyutlarını çözümlemek için araştırmacılar, farklı paradigmalara dayalı farklı insan modelleri geliştirmişlerdir. Ancak bütün boyutlar, birbiriyle bağlantılı ve karşılıklı münasebet halinde olduğundan, insanı anlamak ve çözümlemek basit bir hadise değildir. Birden fazla temsilî dürbünü, metaforu ve paradigmayı kullanmayı zorunlu kılar. 

Bu açıklamalar ışığında bir insan ne kadar kompleks olursa olsun, fıtratına konulan motifler ve kanaviçeler iyi bir gözlem yapılıp modellenebilirse, belli ölçüde anlaşılabilir. Zaten bilim insan ve eşyayı, modeller inşa ederek açıklamaya ve anlamaya çalışır. Bilimde model kullanımı ve temsilî hikâyecikler (metaforlar) çok yaygındır. Parçanın bütün, modelin de gerçeğin aynısı olmadığı meselesi akıldan çıkarılmadığı sürece, bilimde modeller üzerinden insanın ve kâinatın sırlarını çözmeye çalışmak önemli bir araştırma metodolojisidir. Kâinatı ve insanı çözümlerken, matematikî düşünme oldukça önemlidir. Çünkü matematiğin dilini kullanarak varlıklar arasındaki birlik ve benzerlikleri tanımlayan motifleri yakalamak mümkün olmaktadır. Matematikî düşüncede ikili mantık (dualite, kartezyenci yaklaşım, siyah-beyaz) kullanılırken, puslu mantık da (gri mantık, üç kanunu) üç değerli yaklaşım kullanılır. Çünkü her iki mantıkla açıklanabilen ve anlam kazanan varlık ve hadiseler vardır. Bu noktadan bu iki mantık ve düşünme sistemi birbirini yanlışlamaktan ziyade birbirini tamamlayıcı özelliktedir. 

İnsanın fıtratını modellerken, ikili mantık yaklaşımı yanında üçlü mantık da kullanılmaktadır. Üç değerli düşünme mantığı kullanıldığında, Kur'ân'da anlatılan insanın temel özelliklerinden hareketle, gerçek insanın fert ve sosyal hayatındaki davranışlarını modellemek oldukça kolaylaşmaktadır. İnsan ruhu, insanı, şekillendirirken insana ait üç temel fonksiyon olan düşünme, hissetme ve aksiyonda bulunma (pratiklik) fonksiyonlarını ortaya çıkaran yapılar inşa eder. İnsanlardaki bu temel fonksiyonlar, insan ruhunun; zihnî, hissî, fizikî potansiyellerinden kaynaklanır. Her insanda bu potansiyeller, farklı derecelerde baskın ve çekinik olduğundan, insanları güçlü oldukları fonksiyonlar açısından, zihin, his ve fizik merkezli olmak üzere üçe ayırmak mümkündür. Benzer şekilde insanda ruhun fonksiyonlarını ortaya çıkaran akıl, nefis, kalb olarak tanımlanan üç ana merkez vardır. Akıl, zihin merkeziyle; kalb, his merkeziyle; nefis, fizik merkeziyle bağlantılıdır. İnsandaki melekeler de, kafaya (mücerret matematikî zekâ), kalbe (hissî zekâ) ve bedene ait (kinestetik zekâ) olmak üzere üçe ayrılır. 

İnsanda doğuştan hangi potansiyel baskın ise, onunla ilgili melekelerde çok iyi bir gelişme gösterir. Allah yeryüzünde icraatlarını yaparken ve varlıkları inşa ederken; ilim, irade, kudret gibi isim ve sıfatlarını bir arada gösteren motifler kullanır. Allah'ın kaderî programında da câri olan kader, kaza ve âtâ üçlemesini kullanarak kul ve Yaratıcı münasebetlerini sağlıklı şekilde çözümlemek mümkün olmaktadır. Yaşadığımız âlemde gerçek ve doğrular da; zihnî, hissî ve fizikî olmak üzere üçe ayrılır. Paralel şekilde her hadisenin de bilgi (kavrama dair, plân ve tasarım boyutu), his (aşk, şevk ve bağlantı boyutu) ve fizik (nesnel, pratik, aksiyon ve temsil boyutu) olmak üzere üç yönü vardır. İnsanlar da dikkat ve enerjilerini yönlendirirken ve olayları algılarken farkında olmadan hadiselerin bu üç boyutundan birine ağırlıklı olarak eğilip enerjilerini oraya akıtırlar. Bu açıdan insanlar olayları algılama, dikkat ve enerjilerini yönlendirme noktasından, hadiselerin zihin, his ve fizikî boyutunu algılayanlar şeklinde üçe ayrılırlar. Gerçekte kişilik bandları tayfı, süreklilik ve bütünlük gösterir. Gruplama ve sınıflamalar, kesintiler, insanlardaki benzerlik ve farklılıkları daha iyi anlamak ve onlara saygı duymak için geliştirilen zihnî kategorilerdir. Kişilik bantlarını çeşitli araştırmacıların farklı kriterlerine göre üç ve üçün katları şeklinde olduğu gibi, dört ve dördün katları şeklinde tasnif etme anlayışı da vardır. Bu kategoriler şimdilik çeşitlilik ve farklılığı doyurucu seviyede dikkate alan bir yaklaşımdır. İnsanları ne kadar az kategoride sınıflarsanız, o ölçüde farklılıkları yok sayar ve ortak noktaları da azaltırsınız. Dolayısıyla farklı kişilik bantlarının ortaya çıkarılması isteniyorsa, kategorize edici motif sayısını artırmak gerekir. Ayrıca insanları güçlü yanları üzerinden kategorize etmek daha doğrudur. Çünkü insanlar, genelde kendi güçlü yanlarını ön plâna çıkarırken zaaflarını örtmeye çalışırlar. İş yerlerinde de insanlar, güçlü yönleri üzerinden değerlendirilir; kendilerine ödenen ücret, onların kişiliğinin güçlü ve olumlu yanlarına aittir. İnsanların zayıf yanlarını da dikkate alarak gruplamak isterseniz, o zaman gruplamada kullanacağınız motif sayısını dörtten 9'a veya 18'e çıkarmanızda fayda vardır. Bu noktadan kaç çeşit motifte insan kişiliklerini tanımlayacağınız, tamamen bir tercih meselesi olmaktan başka bir şey değildir. 

Günümüzde insana ve olaylara yaklaşım giderek dinamik ve sistemci model ve yaklaşımlar kullanılarak yapıldığından, statik olarak ele alınan insan tanıma model sistemleri kendilerini dinamik bir yapıya dönüştürmek mecburiyetinde kalmıştır. Bugün antik dönemde Hipokrat'ın ortaya atıp geliştirdiği dört motifli insan mizacı modeli (popüler optimistler (1), mükemmeliyetçi melankolikler (2), güçlü kolerikler (fizik merkezli, idareci, duygusallıktan uzak) (3), barışcı soğukkanlılar (4) bile savunucuları tarafından dinamik bir yapıya dönüştürülmüş durumdadır. 

İnsanı tanımlamada ve kategorize etmede 4'lü, 8'li, 16'lı model sistemleri kullanan gruplar olduğu gibi, üçlü, beşli, yedili, dokuzlu sistemleri kullananlar da vardır. Hattâ bu konuda doğu ve batı ayrımı bile kısmen gözlenmektedir. Mezopotamya ve Doğu kültürlerinde üçlü ve onun katları olan sistemler kullanılırken, Eski Yunan ve Batı'da daha çok dörtlü ve onun katları olan model sistemler kullanılmaktadır. Çeşitli modellerin varlığı dikkate alındığında, her bir sistemin tarafları, sistemlerinin zaafiyetlerini kapatmak için aşağıdaki yaklaşımı geliştirmeye başlamışlardır. Gerçekte bu model sistemlerde her bir kategoride tanımlanan kişilik özellikleri her insanda az veya çok bulunur. İnsanlar, bu özelliklerden hangilerini baskın olarak veya çekinik olarak hayatlarında ortaya koyduklarına bağlı olarak kategorize edilmektedir. Yukarıda bahsedilen farklı grup sayılarına ait insan tanıma sistemi modelleri, gerçekte sentez (karma) kişilik motiflerinden oluşan insanların, zayıf, güçlü, çekinik ve baskın özelliklerini tespit ederek onları belli kişilik motiflerine kategorize etmektedir. Dolayısıyla kendi kişilik motifini belirleyen her insan, kullandığı modeldeki kişilik bandı motiflerinden kendisinde eksik ve zayıf olanları, kişiliğine katması gerekir. Kişilik gelişimi ve olgunlaşması denen hadise de gerçekte budur. Hayat yolculuğunu zevkli kılan şey de, herkesin kendini keşfederek, güçlü ve zayıf yanlarını ortaya çıkarması, zayıf yanlarını sistemde güçlü hale getirme yönünde mücadele vermesidir. 

Netice olarak, insanı tanımada hangi modeli ve sınıflamayı kullanırsanız kullanın, bütün modellerde kişilik oluşumu ve gelişimi, parçalı, dengesiz ve eksik olmaktadır. Bu eksikliği ve dengesizliği gidermek için, her insan, kişilik gelişimine ve karakter eğitimine ihtiyaç duymaktadır. Bu eğitim ise önce Kur'ân ve Sünnet esaslarına göre temellendirilmiş, kişinin fıtratının hesaba katıldığı bir eğitim olursa insana gerçek bir insan vasfının kazandırılması mümkün demektir. Bu eğitim içinde ana hedef, kişinin eksik ve zayıf yönlerini fark edip güçlendirmesi ve benliğindeki dengesizlik ve çarpıklıkları gidererek düz, sıfır bir insan olmasıdır. Çünkü Yüce Beyan'ın ifadeleri içerisinde (İsra suresi, 84), 'her insan kendi kişilik motifi (şâkilesi) üzerinde hayat yolculuğunu gerçekleştirmektedir.' Bu açıdan insana düşen ve büyük mücadele olarak tanımlanan şey, kişilik motifini tanımak ve onun üzerinde, ona takılıp kalmadan sağlıklı bir hayat yolculuğu yapabilmeye çalışmak olsa gerek.


Dr. Selim AYDIN
Sızıntı   2002    sy: 282