Popüler Yayınlar

11 Şubat 2013 Pazartesi

Tek Sebep Genler mi ?

Asayiş şube komiserlerinden Kudret Bey, mesai sonunda kendini servis koltuğuna bıraktı. Oldukça yorucu ve gergin geçen bir gündü. Her yeni günü, bir öncekinden daha gergin geçiyordu sanki. Eşi de sık sık; “Bu gidiş nereye böyle?” tarzında ikazlar yapıyordu. O sırada, otobüsün açık olan radyosunda bir magazin programı sunucusu şunları anlatıyordu: “Evet sayın dinleyiciler! Bu habere sinirliler sevinecektir. Bilim adamlarının yaptığı bir araştırmaya göre, insanın asabî olması genlerindeki bir özellikte gizli. Bu araştırmaya göre…” Kudret Bey gülümsedi… Olabilir miydi gerçekten? Yoksa burada çok faktörlü asabilik, çarpıtılarak tek sebebe mi indirgeniyordu? Ancak bu sefer, eve ulaştığında iradesini zorlayacak, kimseye kızmayacak; insan olmanın hakkını vermeye çalışarak sakin olmaya gayret edecekti. Zili ilk çalışta açan olmadı. İkincisini daha uzun çaldı. Kapı bir süre sonra açıldı. Açıldı; ama cinleri de tepesine çıkmıştı. Yağdı gürledi eşine. Çocuklar hemen birer emniyetli köşe buldular kendilerine. “Aman bey” dedi eşi, “Hani bağırmayacaktın çocukların yanında?” Bu sefer sesi daha gür çıktı: “Elimde mi yahu hanım, genlerimde var benim asabiyet, ne yapayım!” 

Komiserin radyodan dinlediği haber acaba ne kadar doğruydu veya hakikatin ne kadarını ifade ediyordu? Gerçekten insanın asabî ruh hâli, acaba sadece mizacıyla (genleriyle) mı ilgiliydi? 

Varlık ve hâdiselere sistemli ve dengeli bir bakış getiremeyen birçok Batılı bilim insanı ve bilimi kendi maksatları doğrultusunda manipüle etmeye çalışan medya destekli güç odakları, yeni bir suçlu gen(!) bulunduğu haberlerini televizyonlardan, gazetelerden topluma servis ediyorlar: “Acımasızlık geni bulundu. Suç, saldırganlık geninde. Tembellik doğuştan olabilir(!)”

Son yıllarda insan genetiğiyle alâkalı araştırmalarda ciddi bir artış sözkonusu. Bu araştırmaların bir kısmı, indirgemeci bir anlayışla yapılıp yorumlandığından ve hâdiseleri iki tercihli mantıkla (ya o, ya diğeri) analiz ettiğinden, her davranışı ya genlere veya çevre faktörlerine bağlayarak izah mecburiyetinde kalıyor. Ancak araştırmaların büyük çoğunluğunun kabul ettiği ön bilgiler şunlardır: 

A) Tutum ve davranışlarımızda hem genetiğin, hem epigenetiğin rolü vardır. 
B) Çevre ve kültürün, bu genlerin ve epigenetik (anne ve babadan gelen genlerin hangisinin okunacağı, birden fazla gen çeşidinden hangisinin okunacağının belirlenmesi işlemleri) mekanizmaların işleyişine değişen oranlarda katkısı vardır. 
C) Bunlar bütünlük içinde birlikte etkileşerek, o özellik veya fonksiyonu açığa çıkarır. 
D) Bahsedilen her bir faktör, değişen nispetlerde o tutum ve davranışın ifade edilmesi için yatkınlık (eğilim) oluşturur. 

Hâdiseyi basitleştirirsek, genler herhangi bir tutum ve davranışa doğrudan sebep olmaz. Genler tutum ve davranışın ifade edilme aralığını veya eşik değerini, ihtimalî olarak belirler. Bu ihtimalî yatkınlıklar % 10–95 arasında değişir. Canlıların gerek yapı ve fonksiyon, gerekse davranış ve duygu gibi özelliklerinin ortaya konmasında üç muhteşem kader programı birbiriyle karşılıklı münasebet içinde çalışır. Bunlar genetik, epigenetik ve metabolik programlardır. Metabolik programların güven aralıkları ve umumî mimarisi, gelişme esnasında genetik ve epigenetik programların tesirleriyle anne karnında ve bebekliğin ilk yıllarında belirlenir. Metabolik programlar oluştuktan sonra, daha çok çevrenin tesirinde iş görür. Açarsak, çevre ve kültür faktörleri, değişen nispetlerde ve önceliklerde metabolik, epigenetik ve genetik programın işleyişine tesir eder. Her canlının DNA uzunluğu başka başkadır. İnsan DNA’sı yaklaşık 3.300.000.000 adet nükleotid çiftinden yapılmıştır. Bu genetik bilgimizin tamamına genom adı verilir. İnsan genomunun sadece % 1,5 kadarı protein kodlayan bölgelerden oluşur ve bu bölgelerin yaklaşık 20.000 ilâ 25.000 gen ihtiva ettiği tahmin edilmektedir. Geriye kalan kısmının ise, düzenleyici ve çeşitlilik üretici fonksiyonlar gördüğüne dâir deliller her geçen gün artmaktadır. Daha da enteresan olanı 3,3 milyar nükleotidden oluşan insan genomunun % 99,9’unun bütün insanlarda aynı olmasıdır. Yani insanlar arasındaki farklılıklar (fizikî, karakter, yetenek vb.) % 0,1’lik farklılıkla alâkalıdır. Buradan da anlaşılabileceği gibi insanların DNA’ları birbirine çok benzemektedir. Buradan şu neticeye ulaşabiliriz: Demek ki, genlerin varlığından ziyade, genlerin aktifleşerek okunmasını sağlayan şartlar daha önemlidir. Bir başka ifadeyle, bir özelliğe karşılık gelen genin, insan genomunda var olup olmamasından çok, o genin ürünü olan ve o özeliğin ortaya çıkmasına vesile olan proteinin sentezlenip sentezlenmediği önemlidir. Bu hâdise, epigenetik programlamayla tanzim edilmektedir. Anne ve babadan gelen genlerden hangilerinin okunup okunmayacağı, çoklu allellerin (aynı genin çeşitleri) rol aldığı özelliklerde hangi allellerin tercih edileceği epigenetik mekanizmalarla dinamik olarak belirlenir. Çevreden gelen uyarılar, daha çok epigenetik programlarda değişikliğe yol açar. İnsanda farklı çevre şartlarına uyum sağlamanın önemli meka-nizmalarından olan epigenetik programlama ve buna ait hafıza sisteminin bozulması, insan hayatında birçok hastalığın tetikleyicisidir. Terbiye, eğitim ve çevre şartları, epigenetik programa daha çok tesir eder. Genetik programda ise, değişikliğe yol açmaz. O açıdan genetik potansiyelimizdeki yatkınlıkların (eğilimlerin) tutum ve davranışlara dönüşüp dönüşmemesi, epigenetik ve metabolik programlardaki değişikliklere bağlıdır. Bu da çevre şartlarına, iradenin hakkını vermeye, kültürel şartlanmalara, eğitim seviyesine bağlıdır. 

İnsanda bir genin var olması, o genin baskınlık ve çekiniklik seviyesi, kişinin potansiyel yatkınlığını belirler. Ancak genetik yapısında kodlanan o özelliğe mutlaka sahip olacağı veya onu açığa çıkaracağı anlamına gelmez. Bunun için epigenetik programın değişime izin vermesi gerekir. Bu noktada kişinin iradesini sağlıklı şekilde kullanabilmesi için, çevre–kültür (hayata bakış açısı, yetiştiği iklim özellikleri, yaşadığı ortam, kültürü, inancı) ortamının genetik yapısını (mizacını) dengeleyecek veya aşırı zorlamayacak şekilde tanzim edilmesi gerekir. Aksi takdirde irade zorlanacağından, belli bir dozdan sonra akıl, mantık ve irade devre dışı kalacak, kişi bulunduğu kabın şeklini almaya mahkûm olacaktır. Nitekim genetiği % 100 aynı olan tek yumurta ikizlerinin farklı sosyal ve kültürel çevrelerde büyümesiyle, farklı iki insanın ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.

Genlerin okunmasına tesir eden iç ve dış çevre, hücreler arası sıvının muhteviyatından başlayıp, kanda bulunan hormonlara, büyüme faktörlerine, eser elementlere, oradan yediğimiz içtiğimiz moleküllere, kokulara ve beş duyu organları vasıtasıyla beyine ulaşan uyarılara kadar uzanır. Bu faktörler içerisinde su ve uygun sıcaklık, genetik programın okunmasını tetikleyen önemli çevre faktörleridir. İnsanın beş duyusundan ve iç sezgilerinden beyne ulaşan uyarılar, sinir sistemindeki nöronlarda genlerin okunmasına veya okunmamasına değişik derecelerde tesir eder. Bu açıdan bilhassa immün sistem hücreleri başta olmak üzere bütün hücrelerdeki genler hem dışarıdan hem de içeriden gelen uyarılarla kontrol edilip düzenlenir. İnsanın iç âlemini oluşturan ruh hâleti, psikolojik yapısı, duygulanma dereceleri de, en az su, sıcaklık, besinler kadar, genetik programın okunmasını etkiler. Bugün psikonöro-immuno-endokrinoloji olarak adlandırılan bilim dalı, insanın duygu, düşünce ve ruh hâletinin bağışıklık ve hormon sistemlerinde yer alan genlerin okunmasındaki rolünü araştırmaktadır. İnsanların duygulanma hâlleri (öfke, korku nefret ve hasetlik gibi) hücrelerimizdeki bazı genlerin okunmaya başlamasına, okunma hızına, bazılarının da okunmasının engellenmesine, yavaşlatılmasına tesir eder. Nitekim doktorlar kanser gibi ciddi rahatsızlıklarda hastalarının iyileşmesi için destek ve tamamlayıcı tedavi olarak moral ve motivasyonun yüksek tutulmasını tavsiye etmektedirler. 

Bundan dolayı kişi, genomunda değişik baskınlıklarda ve derecelerde var olan “potansiyel güzel” ve “potansiyel çirkin” hasletlerin sağlıklı şekilde ortaya çıkmasını veya engellenmesini istiyorsa, kendini iyi tanımalı, uygun çevre ve ortamlarda bulunmalı, yiyip içtiklerine dikkat etmeli ve arkadaşlarını seçme hususunda azamî itina göstermelidir. Ancak bunu iyi sağlayabildiğinde, kendindeki potansiyel çirkinliklerin, kötülüklerin dışarıya çıkmasına mâni olabilir. Bunu da sınırlı aralıklarda çalışan iradesinin hakkını vererek yapabilir. Kişi kendi fıtratına (genetik yatkınlıklarına) uygun çevre ve arkadaşlar edinemezse, o zaman tek başına iradesi, genetik yapısındaki kötülüğe eğilimleri durdurmaya yetmez. 

Netice olarak, insanın maddî âleme bakan yönünün yanı sıra mânevî âleme bakan yönü de vardır. Bu iki âlem insanda karşılıklı münasebet hâlindedir. Bedenimiz ruhumuza tesir ettiği gibi, ruhumuz da bedenimize şekil verebilir. Hâdiselere iyi niyetle bakıp, iyiye yorumlamak aynı zamanda dinimizin emirlerinden biridir. “Güzel bakan, güzel görür, güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” sözü, tam da bu hakikati ifade eder. Çünkü insan düşünce dünyasına göre şekillenen bir varlık olduğundan, onun karakteri ve ahlâkı yavaş yavaş düşünce ve niyet çizgisine doğru kayar. Dolayısıyla insanın meşrebinin olgunlaşmasında, çevre ve kültürel faktörler kadar, nazar ve niyetin de önemi büyüktür. Buna karşılık kötü çevrelerde yaşayan ve kötü insanlarla arkadaş olan, Yaratıcı’nın emirlerine uymayıp hâdiselere olumsuz bakan ve yorumlayan insanlar, olumsuz davranışlardan kendilerini değil, eksik ve hatalı modelleme ve anlamadan dolayı, büyük bir yanılgıya düşerek genlerini sorumlu tutarlar. Hâlbuki birer mekanizma olan ve içlerinde potansiyel iyilik ve potansiyel kötülük özelliklerini barındıran genetik programlara suçu atmak, aslında bir nevi sorumluluktan kaçmaktır. Kişide akıl, irade noksanlığı yoksa, kötü vasıfların ortaya çıkmasında asıl sorumlu, tercih edip karar veren kimse olarak insanın kendisidir. İradesine ve aklına bağlı işlerde, insanoğlu her iki yöne açık eğilimlerinden birini tercih ettikten sonra, Allah hem iyi hasletlerin hem de kötü vasıfların ortaya çıkmasında vazifeli genleri aktifleştirir. Kötü vasıfların ortaya çıkmasına sebep olan genlerin yaratılması şer değildir; insanların kendi bakış açılarıyla ve kendi niyetleriyle bu genlerin okunmasını sağlaması şerdir.

Bundan dolayı, ne genleri ne de Allah-ı Teala’yı suçlamak doğrudur. Evet, Hâlık-ı Zülcelâl, hayır ve şer de dâhil olmak üzere kâinattaki her şeyin yaratıcısıdır; fakat şerrin yaratılması şer değildir. Bu yüzden İslâmiyet; kötülüğün, olumsuzlukların yaratılmasının hakikatte kötülük, olumsuzluk olmadığını belirtir; kötülüğün, kişinin kendi iradesiyle potansiyel yatkınlığını birleştirmesiyle ortaya çıktığını ifade eder. Meselâ; yağmurun binlerce güzel neticesi vardır. İradenin kötü kullanılıp gereken tedbirlerin yerinde ve zamanında alınmamasıyla bazı insanlar yağmurdan zarar görse, “Yağmurun yağması kötü ve zararlıdır.” denemez. ...
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tek-sebep-genlermi-subat-2013.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder