Popüler Yayınlar

18 Kasım 2014 Salı

Boğaz ağrısını geçirmenin en doğal yolları

Boğaz ağrısını yatıştırmak ve mikropları öldürmek için gargara yapmak basit ve oldukça etkili bir yoldur. Sizin de boğazınız ağrıyorsa evde hazırlayabileceğiniz bu gargaralarla boğaz ağrınızı hafifletebilirsiniz.
Tuz ve su: 1 bardak ılık suyun içinde çeyrek çay kaşığı tuzu eritin. Eğer evde varsa dişlerinizi fırçaladıktan sonra kullandığınız ağız gargarasından da 1 yemek kaşığı eklerseniz boğazınızdaki mikroplar da ölecektir. Her kullanım için bu gargarayı taze olarak hazırlayın. Asla bu suyu yutmayın.
Limon ve su: Bir bardak suyun içine 1 çay kaşığı limon suyunu karıştırın, ağzınızı buran bu su şişmiş boğaz dokularınızın büzülmesine yardım edecek ve virüsler ile bakteriler için asitli bir ortam oluşturacaktır.
Suyun içine bal, limon ve zencefil katın: Yarım bardak sıcak suyun içine 1 çay kaşığı toz zencefil ile bal ve yarım limon suyu ekleyin. Hepsini karıştırdıktan sonra gargara yapın. Bal boğazınızı kaplayacak ve antibakteriyal bir ortam sağlayacaktır.
Acı sos ve su: Acı biberin içindeki “capsicum” isimli madde ağrıyı hafifletmeye ve iltihapla savaşmaya yardım ediyor. Boğaz ağrınızı hafifletmek için bir bardak sıcak suyun içine 5 parça acı kırmızı biber ya da biber sosu ekleyin. Boğazınız yanacaktır, ancak her 15 dakikada bir deneyin, faydasını göreceksiniz.
Adaçayı ve su: Adaçayı da boğaz ağrısını hafifletir ve burun yollarının ağrısını ya da şişkinliğini de azaltır. 1 çay kaşığı adaçayı, yarım çay kaşığı şap, çeyrek fincan kahverengi şeker ile biraz sirke ve suyu karıştırıp gargara hazırlayın.
Safran ve su: Bu sarı baharat mükemmel bir antioksidandır, bilimadamları safranın birçok ciddi hastalıkla savaşmada güçlü etkileri olduğunu düşünüyor. Boğaz ağrınız için yarım çay kaşığı safranı ve yarım çay kaşığı tuzu bir bardak sıcak suyun içine karıştırıp gargara yapabilirsiniz.
Buğday çimi suyu: Klorofille dolu olan buğday çimi suyu bakteri gelişimini engeller ve boğaz ağrınızı hafifletir. 5 dakika bu suyu ağzınızda tutarsanız, zayıflamış dişetlerinizin yeniden canlanmasına ve diş ağrınızın durmasına yardım eder.
Karanfil çayı: Suyun içine 1-3 çay kaşığı toz karanfil ya da karanfil tohumu ilave edip karıştırın, bununla gargara yapın. Karanfilin boğaz ağrınızı hafifleten ve iyileştiren antibakteriyal ve anti-inflamatuar özellikleri vardır.
Domates suyu: Boğaz ağrınızın geçici olarak iyileşmesi için sıcak suyun içine ekleyeceğiniz yarım bardak domates suyu ve 10 damla acı biber sosu karışımıyla gargara yapın. Likopenin antioksidan özellikleri boğaz ağrınızın daha hızlı iyileşmesine yardım edebilir.
Yeşil çay: Doğal olarak enfeksiyonlarla savaştığı bilinen yeşil çay boğaz ağrısında da etkilidir. Boğazınıza yerleşen herhangi bir bakteriyi öldürmek için yeşil çay demleyin, bir yudum ağzınıza alın ve gargara yapın.

Elma sirkesi ve tuz: Kötü bir öksürüğünüz varsa ve boğazınız bundan dolayı ağrıyorsa elma sirkesini deneyin. Çünkü mikroplar asitli ortamlarda hayatta kalamaz. Bir bardak ılık suyun içinde 1 yemek kaşığı elma sirkesiyle 1 çay kaşığı tuzu çözün. Boğazınız ağrıdıkça günde 3-5 kez bununla gargara yapın. Daha yumuşak bir tedavi için, çeyrek bardak elma sirkesiyle çeyrek bardak balı karıştırın ve 4 saatte bir 1 yemek kaşığı yiyin...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_bogaz-agrisini-gecirmenin-en-dogal-yollari_2199382.html

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Oruç, bağışıklık sistemini güçlendiriyor

Oruç tutmanın sindirim sistemini dinlendirdiğini belirten uzmanlar, bu sayede vücudun kan yapımını artırdığını ifade ediyor. Uzmanlar, "Vücut birikmiş zararlı maddelerden temizleniyor, bağışıklık sistemi güçleniyor. Kalp, damar, kanser gibi hastalıklara karşı direnç artıyor." diyor.
Kalp Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Günsel Şurdum Avcı, güneşin doğuşundan batışına kadar olan süre içinde yemek ve içmekten vazgeçilmesi şeklinde tutulan oruçla, karaciğer ve tüm sindirim sisteminin dinlendiğini ifade etti. Dinlenen sindirim sistemiyle birlikte vücuttaki diğer gelişmeleri sıralayan Avcı, "Vücutta diğer organların kanlanması ve çalışma verimi artıyor. Şeker hastalarında kan şekeri kontrolü, hipertansiyon hastalarında kan basıncı kontrolü kolaylaşıyor. Kanda yağ düzeyleri düşüyor, yararlı kolesterol yükseliyor. Vücutta depolanmış yağlar eriyor, birkaç kilo zayıflanıyor. Kemik iliği uyarılıyor, kan yapımı artıyor. Vücut birikmiş zararlı maddelerden temizleniyor, bağışıklık sistemi güçleniyor. Kalp, damar, kanser gibi hastalıklara karşı direnç artıyor." diye konuştu.
Orucun aşırı yemek, sigara, alkol gibi zararlı alışkanlıklardan uzaklaştırdığına dikkat çeken Avcı, orucun bir ibadet olarak tutulmasıyla güven ve huzur verdiğini, oruç tutanlara büyük moral ve mutluluk verdiğini vurguladı.
RAMAZANDA KALP HASTALARI ORUÇ TUTABİLİR Mİ?

Prof. Dr. Avcı, gördüğü tedavi ile yakınmasız olarak aktif yaşam süren hastaların, beslenmeleri ve ilaç saatleri düzenlenerek, oruç tutabileceklerini söyledi. Avcı, geçirdiği bypass ameliyatı, balon-stent tedavisi ya da kalp pili uygulamasından sonra, herhangi bir yakınması olmaksızın, evinde ve işinde aktif yaşantısına devam edebilen kalp hastalarının, ilaçların günde iki kez alınacak şekilde ayarlanabileceğini ve oruç tutan herkes için geçerli olan beslenme kurallarına uyularak, oruç tutabileceğini belirtti.
http://www.zaman.com.tr/ramazan2014_oruc-bagisiklik-sistemini-guclendiriyor_2228356.html

1 Temmuz 2014 Salı

Zekât kimlere veya nerelere verilir?

Zaman Yazarı Ahmet Kurucan yazdı.... Zekât kimlere veya nerelere verilir? Zekâtın sarf yerleri yani kime, kimlere ve/ya nerelere verileceğini Kur'an Tevbe Sûresi 60. ayette şöyle belirtiyor: "Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur. Allah tarafından kesin olarak böyle farz buyuruldu. Allah alîmdir, hakîmdir. (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir)" Dikkatle incelediğimizde gördüğümüz ayetin 8 sınıf insan ve/ya grup'tan bahsettiğidir. Bu 8 sınıfın efradını câmi, ağyarını mani olacak şekilde bir tarifi ayette yok. Bunu gerek Efendimiz (sas) gerekse daha sonraki dönem kavlî beyan ve fiilî tatbikatlardan çıkartabiliriz. Daha açık bir ifadeyle fakir veya miskin kimdir, aralarında ne türlü bir fark vardır, din farkının fakir veya miskin olmaya etkisi var mıdır yani gayrimüslim fakir ve miskinlere zekât verilebilir mi, zekât toplayan görevli veya kalbleri İslam'a ısındırma ne demek, nasıl anlaşılmalı, borçlulukta ölçü nedir, Allah yolunda olanlar sadece savaş alanında düşmanla göğüs göğüse çarpışanlar mı yoksa ilim ehli de Allah yolunda sayılır mı? Soruları uzatabilirim ama meselenin anlaşıldığını sanıyorum. Açıkçası Kur'an zekâtın sarf yerleri olarak 8 sınıftan bahsediyor fakat onların tarifi tamamıyla içinde yaşanılan zaman şartlarına bağlı yorumlarla belirlenebilir. Tabii temel böyle oturunca karşımıza çıkan ilk sonuç şu oluyor; bu sınıfların tarifi zaman ve mekân şartlarına göre değişkenlik gösterebilir. Dün, dünkü sosyal ve ekonomik şartlarda zekât almaya hak kazanan fakir sayılırken bugün o, aynı hakka sahip olmayabilir. Özetle, bu kişi ve sınıfların tarifi ancak içtihatla belirlenir. Daha müşahhas olması için sadece bir aktarımda bulunayım; fıkıh kitaplarımızda -böyle derken söz konusu kitapların kaleme alındığı dönem şartlarını nazara verdiğimizi unutmayın- yanında bir günlük yiyecek ve içeceği olana fakir, olmayana miskin ya da aynı standarda sahip Müslüman'sa fakir, gayrimüslimse miskin, hicret edenler fakir, etmeyenler miskin, muhtaç olduğu halde dilencilik yapmayanlar fakir, yapanlar miskin şeklinde tarifler vardır. Yukarıda ısrarla ifade etmeye çalıştığımız gibi fakir ve miskinin çerçevesini belirleyen, kapsama alanını çizen bu tarifler içtihadidir ve o dönemin doğrusudur. Fakat bu doğruları farklı sosyo-ekonomik, kültürel ve coğrafî şartların yer aldığı bugüne aynıyla taşımak doğru değildir. Bugün, bugünün uleması, bugünün şartlarına bağlı olarak fakir ve miskinin kim olduğunun tarifini yapmakla mükelleftir. Sair sınıflar için de aynı şeyler geçerlidir. Temel sayılabilecek bu bilgilerden sonra meselenin bir başka yönüne geçelim; kabz meselesi. Türkiye'de halkımız arasındaki kafa karışıklığının en yoğun olduğu alandır burası. Bilinen şu; zekâtta esas olan temlik ve kabzdır. Günümüz diliyle ifade edelim; zekâtı alan mala malik olmalı ve bu maddî açıdan kendisine zekât olarak verilen malı menkul bir şeyse müşahhas olarak eliyle tutma, gözüyle görme şeklinde gerçekleşmeli; gayrimenkulse ruhsat, tapu vb. belgelerde olduğu gibi malın mülkiyetinin kendisine geçtiğini isbat eden bir belgeyi kabz etmelidir. Nereden çıkıyor bu yaklaşım? Bir sonraki yazıda nasipse...
http://www.samanyoluhaber.com/ramazan/Zekt-kimlere-veya-nerelere-verilir/591/

30 Haziran 2014 Pazartesi

Çocuğunuzun kabiliyetine göre yaz okulu seçin

Yaklaşık 17 buçuk milyon öğrenci 3 aylık yaz tatiline girdi. Tatilde hem dinlenme hem de yeni bilgiler öğrenme adına yaz okulları öğrenciler için iyi bir fırsat sunuyor. Uzmanlar, spor faaliyetleri ve enstrüman kursları gibi etkinliklerin iyi bir eğitim aracı olduğunu belirtiyor.
Yaz okulları hem belediyelerin hem de okulların bünyesinde açılıyor. Veli ve öğrenciler bu okullara yoğun ilgi gösteriyor. Fatih Koleji ve Bahçeşehir Koleji gibi özel okullar, yaz okulu kontenjanlarını doldurmaya başladı. Uzmanlar, yaz okulu seçerken her türlü güvenlik tedbirinin alındığı, alanında uzman eğitimcilerin bulunduğu ve çocuğun kabiliyetine göre bir yaz okulu seçmeyi öneriyor. Uzman Psikolojik Danışman Hakan Metan, yaz okullarının çocuğun gelişimi, zamanın iyi değerlendirmesi ve zararlı alışkanlıklardan uzak tutulması açısından önemli olduğunu söylüyor. Yaz okullarındaki spor faaliyetlerinin çocuklar için iyi bir eğitim aracı olduğuna dikkat çeken Metan, “Spor gençlerin saldırganlık dürtülerini, doğal yolla ve sosyal kurallara uygun olarak boşaltmayı öğretir. Bunun için aileler çocuklarının gelişimlerini takip edebilecek kurumlara yönlendirmelidir.” tavsiyesinde bulunuyor.
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_cocugunuzun-kabiliyetine-gore-yaz-okulu-secin_2226134.html

4 Haziran 2014 Çarşamba

Evlilikte en çok tartışma para yüzünden çıkıyor

Time Money'nin yaptığı araştırmada her 5 çiftten 4'ü eşleriyle para konusunda hemfikir olduklarını söyledi. Çiftlerin, yüzde 29'u ev işleri, yüzde 32'si ise para için her ay eşleriyle tartıştıklarını belirtti.
TIME Dergisi 1000'i aşkın evli ve 25 yaş üzeri çifte ilişkileri ve para arasındaki ilişkiyi sordu. Araştırmada oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıktı.
Araştırmada, eşlerin yüzde 4'ünün yatırım stratejisi, yüzde 14'ünün cimrilik, yüzde 18'inin kredi kartı harcamaları ve yüzde 32'sinin ise gereksiz harcamalar yüzünden tartıştıkları ortaya çıktı.
Ankete katılan kadınların yüzde 19'u kocalarının çok cimri olduğundan ve fazla para kazanmamasından rahatsız olduğunu, erkeklerin yüzde 21'i ise eşlerinin gereksiz harcamalarından ve bütçe planlamasına uymamalarından şikayetçi olduklarını söyledi.
Kişisel harcamaların yönetimi konusunda ise, kadınların yüzde 68'i kendini bu konuda yetkin görürken, erkeklerde bu oran yüzde 78 düzeyine kadar çıkıyor.
PARA KONUSUNDA KİM DAHA FAZLA KAYGILI?
Erkeklerin yüzde 45'i "bu konuda en çok ben endişeleniyorum" derken, eşim daha endişeli diyenlerin oranı ise yüzde 23'te kalıyor.
Kadınlarda ise bu konuda kendilerini erkeklerden daha fazla ilgili görüyor. Kadınların yüzde 47'si ben endişeliyim derken, kocam bu konuyla ilgili diyenlerin oranı ise sadece yüzde 18'de kalıyor.
Araştırmadaki kadınların yüzde 37'si eşlerinden daha az veya hiç bir şey kazanmazken, erkeklerde çalışmayanların oranı sadece yüzde 3.
EN FAZLA TARTIŞMA PARADAN ÇIKIYOR
Sonuç olarak çiftlerin yüzde 70'i para yüzünden sürekli tartışıyor. 18 yaşın altında çocuğu olan çiftlerde ise bu oran yüzde 80'i buluyor. Diğer ilginç bir bulgu ise çiftlerin yüzde 22'si yaptıkları harcamaları eşlerinden saklıyor.

Erkekler kazanç konusunda kendisi eşiyle eşit bir biçimde görmüyor.  Kadınlarda ise daha çok ‘biz' düşüncesi  hakim...
http://www.zaman.com.tr/ekonomi_evlilikte-en-cok-tartisma-para-yuzunden-cikiyor_2222022.html

20 Nisan 2014 Pazar

Boşanmanın en önemli sebeplerinden biri ailelerin eşlere müdahalesi

İzmir Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Işıl Çoklar, boşanmanın çeşitli evreler içeren bir süreç olduğunu ve bireylerin yalnızca boşanma öncesinde değil, daha sonra yaşadığı sıkıntılarla da başetmesi ve olumsuz duygularını onarması gerektiğini söyledi.
Bu sürecin fiziki ayrılmadan önce başladığını, hukuki boşanmadan sonra da devam ettiğini belirten Çoklar, "Boşanma öncesinde eşler arasında yakınlığın azalmasını, eşlerin birbirine yabancılaşmasını, çatışmaların artmasını içeren bir duygusal boşanma evresi, evliliğin hukuki olarak sonlandırılmasına ilişkin bir yasal boşanma evresi, buna eşlik eden para, mal paylaşımı ve nafaka ile ilgili sorunların yaşandığı bir ekonomik boşanma evresi, anne ve baba ile çocuk ilişkilerinde velayet ve şahsi ilişki kurma düzenlemelerini içeren bir aile boşanması evresi, sosyal yaşamdaki değişmelere ve yeni konuma adapte olmayı gerektiren bir sosyal boşanma evresi ve tarafların yeni bir düzenleme sürecine girdikleri psikolojik boşanma evresi söz konusudur. Boşanma, çoğu kez bir kayıp yaşantısı ve yas süreci olarak da değerlendirilebilir. Eşler arasında çözülemeyen çatışmalar, evlilik sona erdikten sonra da sürebilmekte ve geçmişe ait sorunlar, fiziksel ve psikolojik sağlığı olumsuz biçimde etkileyebilmektedir." dedi. Türkiye Aile Araştırma Kurumu tarafından 2009 yılında yapılan bir araştırmanın, boşanma sebepleri arasında ilk sırayı, çiftlerin evlilik hayatına aileleri tarafından yapılan müdahalelerin aldığına işaret ettiğini aktaran Işıl Çoklar, evlilik çatışmalarını çözerken çiftlerin kendilerinin sorumluluk alması, deneyim kazanması, icabında uzmanlardan yardım alması gerekirken yine aile büyüklerine başvurduklarını belirterek, "Partnerlerin geniş aileyle aralarına belli sınırlar koyamamaları, evlilik birliğinin doğal gelişme süreçleri içinde olgunlaşmasına da engel olabilmektedir." diye konuştu...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_bosanmanin-en-onemli-sebeplerinden-biri-ailelerin-eslere-mudahalesi_2211527.html

2 Nisan 2014 Çarşamba

İNSAN-HUMAN: Kardeşliği sosyal medyada feda etmeyin

İNSAN-HUMAN: Kardeşliği sosyal medyada feda etmeyin: Günlük hayatın vazgeçilmezi haline gelen sosyal medya, son günlerde yaşanan siyasî gerilimle birlikte arkadaş ve akrabalar arasında kırgınl...

Kardeşliği sosyal medyada feda etmeyin

Günlük hayatın vazgeçilmezi haline gelen sosyal medya, son günlerde yaşanan siyasî gerilimle birlikte arkadaş ve akrabalar arasında kırgınlıkların artmasına yol açtı. Yazılanların konuşma gibi duyguları yansıtmadığını belirten uzmanlar, sanal âlemde sevdiklerimize karşı daha temkinli olmayı öneriyor.
Sosyal medya kullanımı, bilgi paylaşımı ve haberleşmenin yanı sıra insan ilişkilerinde de önemli bir yer tutuyor. Yüz yüze iletişimde insanlar muhatabına karşı daha hassas davranırken, sosyal medyada bu hassasiyet korunamıyor. Yazı dilinin duyguları yansıtmada yeterli olmaması, insanların birbirini daha çok kırmasına sebep oluyor. Son günlerde yaşanan siyasi gerilim ve söylemler, birçok kişinin sosyal medyada arkadaş ve akrabalarıyla ilişkisini koparmasına neden oldu. Bir tarafta ilişkiler kolayca kesilirken diğer tarafta eşini dostunu kaybetmemek için sosyal medya hesapları kapatılıyor. PR ajansında danışmanlık yapan Özlem E., yaşadığı sıkıntıyı şöyle anlatıyor: “30 Mart seçimlerinden sonra sosyal medya üzerinden ‘Halk kararını verdi, siz kaybettiniz’ baskısı arttı. Aynı kaseden çorba içtiğim dostlarım ‘kaybettiniz işte’ diyerek farkında olmadan kutuplaşma siyasetine su taşıyor. Siyasi yarış uğruna dostluklar bitti, aile içinde tartışmalar ve parçalanmalar yaşandı. Birçok arkadaşım, babasıyla konuşmuyor bile. Sırf kavgadan, tartışmadan uzak durmak için sosyal ağlara kısa bir süre ‘mola’ dedim. Yoksa daha fazla kalp kırılacak bu yüzden.”
    Sosyal medyanın çok derin analizli düşünmeye müsaade etmediğini kaydeden Uzman Psikolojik Danışman Mehmet Akif Aydın, bir düşünceyi 140 karakterle ifade etmenin birçok sınırlama oluşturduğunu ifade ediyor. Kısacık bir yazıdan yola çıkılarak yapılan genellemelerin ise en büyük iletişim hatalarından biri olduğunu vurguluyor.

    Facebook, Twitter derken sosyal medya günlük hayatın vazgeçilmezi haline geldi. Öyle ki, Türkiye’de Facebook kullanıcı sayısı 32 milyonu aşmış durumda. Facebook’u 6 milyon kullanıcısı ile Twitter takip ediyor. Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlarda beğenilmeyen yorumlar, karşıt fikirler ve bu fikirlerin sahibi olan arkadaş ve akrabalar, sosyal medyadan kolayca siliniyor. Sosyal medyada sadece kendi görüşünü ortaya koyma ve aşırı değer verme gibi bir anlayışın hakim olduğunu söyleyen Aydın, kişinin bu düşüncesini karşı tarafa kabul ettiremediği zaman kırılmalara sebep olduğunu belirtiyor. Bu davranışın olgunluk olmadığını vurgulayan uzman, kırılmaların saldırı ya da küsme şeklinde kendini gösterdiğini dile getiriyor. Yüksek lisans öğrencisi Nihal Bayrak da sosyal medya ağlarında paylaştığı haberlerin ya da bilgilerin altına yorum yazan arkadaşlarının artık eleştirilerin boyutunu aştığından yakınıyor...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_kardesligi-sosyal-medyada-feda-etmeyin_2208740.html

17 Mart 2014 Pazartesi

Gıda Güvenliğinde Kıl Problemi

Günümüzde gıda maddelerindeki domuz ve at eti; jelâtin, karmin, kıldan elde edilen sistein ve hayvanî peynir mayası tartışılırken, domuz kılının yiyeceklerle yaygın şekilde teması gözden kaçmaktadır. Bu konuda ilmî çalışmalar ve veriler yetersiz gözükmektedir. 

Boyacılık ve kozmetikte kullanılan fırçalar sentetik veya tabiîdir (domuz, keçi, at ve porsuk kılı). Domuz kılı, yağlı boya ve tıraş fırçası; keçi kılı, saç fırçası; porsuk kılı, sakal fırçası; at kılı da, badana fırçası yapımında kullanılmaktadır. Fırça üreticileriyle yapılan mülâkatlar da bunu teyid etmektedir.

Kılların dış tabakası kütiküla adı verilen kiremit şeklinde dizilmiş keratin tabakasından oluşur. Kıl bir ağaç gibi düşünülürse, bu tabaka ağacın kabuğuna benzetilebilir. Ağacın kabuğuna bakarak türü anlaşılabileceği gibi, kılın kütiküla tabakasına bakılarak hangi hayvan türüne ait olduğu belirlenebilir. 

Yapılan bir çalışmada; domuz kılı uçlarının 4–20 civarında dala ayrıldığı ve bu özelliğin fırça yapımında kullanılan diğer hayvan kıllarının hiçbirisinde bulunmadığı bildirilmiştir (Resim–1). Bundan dolayı domuz kılı suyu ve boyayı çok iyi emerek tutmakta, yağlı boya ve sakal fırçası yapımında tercih edilmektedir. 

Domuz kıllı tıraş fırçaları suyla temas edince, kıllar öbekleşmekte ve açan bir çiçeği andırmaktadır (Resim–2). Fırçaların domuz kılından yapılıp yapılmadığı buna bakılarak kolayca anlaşılabilir. 

Bir çalışmada domuz, at, keçi ve koyun türlerine ait kıl örnekleri yağlı boya, sakal ve saç fırçalarına ait kıl örnekleri mikroskopta mukayese edilmiş (Resim–3). Yağlı boya fırça kılı ile domuz kılı kütiküla tabakalarının, saç fırçası kılı ile keçi kılı kütiküla tabakalarının birbirlerinin aynısı olduğu tespit edilmiştir. 

Domuz kılının yiyeceklerle teması
Domuz kılından yapılmış fırçalar, yiyeceklerin cilalanmasında da yoğun şekilde kullanılmaktadır. Mutfak, fırın, pastane ve lokantalarda, pide ve kebap salonlarında ekmek, pide, börek, poğaça, simit gibi yiyeceklerin üstüne söz konusu fırçalarla yumurta, yağ, yoğurt gibi malzemeler sürülmekte, bu sırada fırça kıllarının uçları koparak yiyeceğe yapışabilmektedir.

Türkiye İstatistik Kurumu'nca yayımlanan raporlar da domuz kılının ülkemizde yoğun olarak kullanıldığını doğrulamaktadır (Çizelge–1).



Domuz eti, Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara 173, Maide 3, En'am 145 ve Nahl 115. âyetlerle yasaklanmıştır. Domuz kılı fırçaların yiyeceklerle teması ve tıraşta kullanılması konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nca aşağıdaki hüküm verilmiştir:

"Kur'ân-ı Kerîm'de sadece domuzun etinin haramlığından söz edilse de, İslâm bilginleri, En'am Sûresi'nin 145. âyetinde domuz için kullanılan "rics" ifadesi ile, A'raf Sûresi'nin 157. âyetindeki mealen "…Allah onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar." ifadelerini birlikte değerlendirmişler ve domuzun her şeyinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre, domuzun bütün parçaları "meyte" (ölü hayvan) hükmünde olup dinen necis (pis) sayılmıştır. Domuzdan elde edilen her türlü ürünün yenilmesi, içilmesi ve kullanılması dinimizde yasaklanmıştır. Bu itibarla, "Domuz kılından yapılmış fırçaların, yiyeceklerin cilalanmasında ve fırçalanmasında kullanılması, tıraş olurken yüze sürülen tıraş kreminin köpürtülmesinde domuz kılından yapılmış fırçaların kullanılması dinî açıdan caiz değildir." Domuz kılından yapılmış fırçaların yiyeceklerle teması mevzuat açısından da uygun değildir.

Netice olarak; domuz kılından yapılmış fırçaların yiyeceklerin fırçalanmasında ve cilalanmasında kullanılması mevzuat ve din açısından uygun değildir. Üreticiler, tüketiciler ve denetçiler konu hakkında yeterli bilgi ve duyarlılığa sahip değildir. Kamuoyu bu konuda çok yönlü bilgilendirilmelidir. Yiyeceklerin hazırlanmasında gıdaya temas etmesine müsaade edilen fırçalar kullanılmalıdır. Kozmetik alanında işveren ve çalışanlar konu hakkında bilgilendirilmeli, müşteri tercihine göre alternatif fırça bulundurulması hususunda meslek odaları gerekli tedbirleri almalıdır.

Meselenin mânevî yönünü de dikkate almak gerekir: 'İnsan yediği şeydir.' prensibince, tüketilen yiyecek ve içecekler insanın ruh durumuna ve psikolojisine tesir eder. Bu açıdan, bilhassa tüketicinin, üretim süreçlerine şahit olmadığı gıda sektöründe, kontrollerin titizlikle ve sürdürülebilir şekilde yapılması hayatî önem arz etmektedir. Bu yüzden, yiyecek ve içeceklerin bileşimine giren maddelerin helâl, haram ve şüpheli olma durumlarının sorgulanmasına en az Batı ülkelerindeki kadar saygı duyulmalı ve bu hassasiyet gıda güvenlik ve kalitesinin ayrılmaz bir parçası olarak hak ettiği değeri görmelidir. 

egulluce@sizinti.com.tr 

16 Mart 2014 Pazar

Eşlerin kullandığı kötü sözler geçmeyen tahribe neden olabilir

Kadın ve erkek ilişkileri yüzünden yaşanan birçok acı var. Bu acıların temeline baktığınızda bir yanda sevgi ve mutluluk arayışı, diğer yanda değer vermeme, istismar ve gücün kötüye kullanımı yatıyor.

Problem olarak kısaca eşlerin birbirini tamamlayamamasını görüyoruz. Eş olamamanın temelinde yatan çarpıklıklar ise genellikle her iki tarafla ilişkili ve her iki tarafın kendi anne-baba ilişkilerine varacak kadar derinlerde, kuşaklar ötesinde, fakat bir o kadar da bugünkü ilişkiler için değiştirilebilir, düzeltilebilir şekildedir. Bu ise eşlerin önce kendilerini tanıması ile mümkün olur. Kadın ve erkek birbirinin tamamlayıcısıdır. Zaten bu sebeple ‘eş’ denmiştir. Eşler birbirini ne kadar farklı ve benzer yönleriyle sever, değer verir ve güzel duygularını ifade ederlerse hem birbirini geliştiriyor, hem de mutlu oluyorlar. Zira güzel duygular birbirini harekete geçirir. Güzel sözün sihirli bir gücü vardır. Bıraktığı etki o kadar güçlüdür ki kökleri yerde ta derinlerde, dalları ise gür bir şekilde göklere uzanan bereketli bir ağaç gibidir. Güzel davranışlar da sözlerin etkisini güçlendirir. Güzel söz söyleme kabiliyeti kuşaklar ötesinden geldiği gibi gösterilen her çaba, saçılan tohumlar misali gelecek nesillerde de etkisini gösterir. Güzel söz ancak güzel duygu ve düşünce ve davranışlarla etkili olur...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_eslerin-kullandigi-kotu-sozler-gecmeyen-tahribe-neden-olabilir_2204257.html

14 Mart 2014 Cuma

Hizmet's approach to politics and politicians


The Hizmet community is aware of the social and political aspects of the principle of “encouraging good and forbidding evil” (emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil munker) as being some of the most important requirements and promises carried out by Muslims.

As a civil society organization, it will never shirk from calling on everyone (including politicians) to behave within the parameters mentioned above and making criticisms when they do not -- within the framework of rights and democracy and without abandoning the principles that the movement is based on.

If one examines the legacies of figures like Imam-i Azam Ebu Hanife or Mevlana, one notes that they never hesitated to criticize political leaders, and instead encouraged and called on these leaders to act with justice, honesty, tolerance and the law. Many intellectuals and thinkers -- such as Imam-i Azam -- placed as much importance in their independence as they did their honor, in order to make sure these values could be maintained. It was for this reason that they rejected salaried state positions -- even at the cost of being tortured in prison.

If the greatest losses faced by the world of Islam are wisdom and reason, the second greatest loss is the fact that leaders and states -- and the communities that have followed them without objection -- have weakened the functioning of the structure Islam over hundreds of years.

Fethullah Hoca and his students -- as well as the intellectuals, academics, journalists and writers who come forward in this climate of reason -- are essentially keeping alive the same tradition of maintaining a critical distance from powerful leaders that previous figures like Imam-i Azam, Mevlana and Bediüzzaman once did. In this, they are espousing the concept of “emr-i bil ma'ruf, nehy-i anil munker” (as mentioned above, encouraging good and forbidding evil.)

This is also the approach that has been taken for decades by media organs close to the Hizmet movement. Over the years, these media organs have of course focused on more than just popular culture or sports news; and yet, the attention they are paying now to politics and criticism in this arena seems to present a problem. The same principles that have shaped the criticism these media organs have issued to various politicians and leaders over the years are in play today. Fethullah Gülen noted in 1994 that “we can no longer turn back from the direction democracy is taking us”; in 2010, he said, “let even those lying in graveyards rise and cast a vote in the referendum.” Today, he is making the same sort of criticism, in his own way, as he did in the past against those who supported coups and other anti-democratic practices. For the Hizmet movement is today directing strong criticism at a government that -- despite high-pitched objections from the EU, civil society organizations and intellectuals -- seems bent on eliminating both democracy and the Constitution (and in the process dragging the country into a “one man” regime), which is the duty of citizens who are reasonable, honorable and good believers...
http://hizmetmovement.blogspot.com/2014/03/hizmet-approach-politics-politicians.html#more

4 Mart 2014 Salı

Is the Hizmet movement statist or populist?



Two main theories have been made to analyze Turkish politics since the '60s. The first one is the theory of class conflict employed mostly by the leftist or socialist intellectuals and the second one is the center-periphery thesis argued largely by the liberal circles.

While the former is deficient since it reduces the analysis to economic differences, the latter is lacking because it simplifies the state and society relations as religious divisions.

Thus, an alternative multidimensional analysis is needed of course, whilst not ignoring these two analyses. Instead of dividing the Turkish people into capital owners and labor force or into laicists and religionists, an alternative division can be made -- that of statists and populists. In this analysis, statists are those who think that the wielding of state power is necessary to survive and populists are those who think that limiting state power is required to survive.

Since the Kemalist establishment, after taking control of the state power, negated religion as reactionism and defined non-Turkishness as inferior, they founded their own statism with the confines of secularism, capitalism, Kemalism and Turkism. After completely taking control of the state power, the Justice and Development Party (AK Party), who were once populists, founded their own "center" and new statism with the new confines of Islamism, Tayyibism and again capitalism, but now with new capital owners. However, the people who voted and will probably vote again for the AK Party supported Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan and his (now his own) party not for a new statism but for populism.

After 2010 with the abolition of military tutelage and gaining considerable media power, the AK Party, under the leadership of Erdoğan, turned into a statist party probably because of political corruption caused by the length of time they have been in power. However, for most of the people voting for Erdoğan, he is still a "man of the people" not a "man of the state," although he is assuredly a "man of capital," according to the recent tapes.

The Hizmet movement is a populist movement as almost all of its volunteers are from the "lower classes." Thus, they supported the AK Party from the beginning because the AK Party promised to abolish the old statism, but they started to criticize the party in the last three years since the AK Party established their new "center" with the new statism away from the periphery. Although Erdoğan and his proponents in the media called this change the New Turkey as opposed to the Old Turkey, the Hizmet movement viewed this change as a new centralization and thus a new statism and tutelage with new political and capitalist actors. Due to this change in attitude, the Hizmet movement broke faith with Erdoğan and the AK Party.

As the new statist AK Party and the new "national chief" Erdoğan did not want any populist partners in their new center, they started to see Hizmet as the only threat which would prevent them from founding the New Turkey characterized by political Islam under the support of the new bourgeoisie, including some party leaders themselves. Instead of going into business to make a fortune, as Turkish Confederation of Businessmen and Industrialists (TUSKON) Chairman Rıza Nur Meral has suggested, they tried to make their fortune through politics. The Hizmet movement is accused of creating obstacles to this New Turkey and thus has been criticized harshly by the AK Party notables, the partisan press and some grassroots of the party. Some of the AK Party voters seem convinced that Erdoğan is still a man of the people even if he was involved in corruption. However, they will sooner or later realize that he has turned into a man of state and the Hizmet movement never changed its civil and populist stance.

Published on Today's Zaman, 03 March 2014, Monday
http://hizmetmovement.blogspot.com/2014/03/is-hizmet-movement-statist-or-populist.html

3 Mart 2014 Pazartesi

Çocuğunuza sosyal medyanın nazarı değmesin

Sosyal medyada artan fotoğraf paylaşımı, mahremiyet sınırlarını zorlayabiliyor. Annelerin özenle giydirdiği çocuklarının fotoğraflarını internette paylaşması, çocuk istismarı ve pedofiliye davetiye çıkarıyor.
Sosyal medyanın yaygın olarak kullanılması, aile içi birçok problemi de beraberinde getiriyor. Gençler gittiği mekanı, yediği yemeği, giydiği kıyafeti fotoğraflayarak anında paylaşmaya çalışırken, aileler de bu durumdan geri kalmıyor. Sosyal medya akımına kapılarak çocuğunu en çok beğenilenler arasına sokmak için aileler, çocuklarının en güzel halini fotoğraflayıp yayınlama yarışına giriyor. Uzmanlar, sosyal medyada sürekli olarak çocuklarının en güzel halini fotoğraflayıp paylaşan ailelere işin bir de pedofili boyutunu hatırlatıyor. Pedagog Mehmet Teber, “Çocuklardan tahrik olan pedofili hastaları var ve bu ne yazık ki oldukça yaygın. Paylaşılan fotoğraflar bu insanların eline geçebilir. Bizim bunları çocuklara yapmaya hakkımız var mı?” diyerek konunun ciddiyetine dikkat çekiyor.
Psikolojik bir hastalık olan pedofili, çocuk bedenine cinsel istek duyma olarak tanımlanıyor. Türkiye’nin pedofili açısından çok üzücü yerlerde olduğuna vurgu yapan Teber, şöyle devam ediyor: “Öncelikle Google’da ‘çocuk pornosu’ aramasında baş sıralarda yer alıyoruz. Ülkemizde en çok arama Diyarbakır, Urfa, Adana, Samsun, Ankara ve Antalya illerinden yapılmış. Yani bu konudaki karnemiz iç açıcı değil. Çocuğa karşı cinsel istismar tamamen pedofili ile açıklanamaz ama bir ülkedeki pedofili eğiliminin artması ya da azalması hakkında bilgi verebilir. 2002 yılında ülkemizde çocuğa karşı cinsel istismarla ilgili 4 bin 500 dava açılmışken, bu sayı 2012 yılı itibarıyla 17 bin 500 olmuştur. Bu olayın mahkemelere yansıyan kısmıdır ki, mahkemelere yansımayan çok daha fazla cinsel istismar ve pedofili suçu vardır.”
Çocuk istismarınakarşı bunlara dikkat!
Uzman pedagog Mehmet Teber, ebeveynlere çocuklarını istismar ve pedofili vakalarına karşı koruyabilmeleri için şu önemli uyarılarda bulunuyor:

Çocuklara, doğru bir mahremiyet eğitimi verilmeli. Eğitim anne-babanın çocuğun mahremiyetine saygı duyması ile başlıyor...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_cocugunuza-sosyal-medyanin-nazari-degmesin_2202003.html

25 Şubat 2014 Salı

Türklerin genetik şifresi çözüldü

İstanbul Bilgi Üniversitesi Genetik ve Biyomühendislik Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Hasan Otu liderliğindeki ekip, Türk insanının genetik şifresini çözdü.

Üniversiteden yapılan açıklamada, Yrd. Doç. Dr. Hasan Otu liderliğindeki ekibin, yaklaşık 3 yıl süren çalışma sonucunda Türk insanının genetik şifresini çözdüğü bildirildi. Araştırma sonuçlarının dünyanın saygın bilim dergilerinden PLOS ONE dergisinde yayınlandığı belirtilen açıklamada, makalenin, Türk popülasyonundan örnek bir kişinin tüm DNA dizisini gösterip detaylı analizini içerdiği aktarıldı.

İnsan genomunun 23 kromozom üzerinde bulunan 3.2 milyarnükleotidden oluşan DNA'nın bütününü temsil ettiği kaydedilen açıklamada, şu bilgilere yer verildi:

"Bilgi Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından gerçekleştirilen çalışma, Türk insanındaki bu 3.2 milyar harfin diziliş sırasını ortaya koydu. Herhangi iki insanın DNA dizilimi yüzde 99'un üzerinde bir benzerlik göstermekte. Farklılıkları oluşturan yapısal değişkenlerin en önemlileri Single Nucleotid Polymorphism (SNP) denilen tek nükleotid farklılıkları ve DNA dizilerine eklenmiş ya da bu dizilerden silinmiş olan ve genellikle 50 nükleotidden kısa olan değişiklikler.

Çalışmada Türk insanına has bu tür yapısal değişiklikler bulundu ve bunların hastalıklarla olan ilişkileri ortaya çıkarıldı. Özellikle insan DNA'sının yaklaşık yüzde 2'sini oluşturan gen bölgelerindeki yapısal farklılıklar, hücrenin işleyişi ve hastalıklarla olan ilişkisini belirlemede önemli bir etken. Gerçekleştirilen çalışma, Türk insan genomunda bulunan yapısal değişiklikleri gen bölgeleriyle ilişkilendirilip, kritik sonuçlara yol açanları tespit etti. Diğer popülasyonlarla karşılaştırıldığında, Türk insanında belirgin bir genom karakteristiği olduğu tespit edildi."
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Turklerin-genetik-sifresi-cozuldu/1042156/

24 Şubat 2014 Pazartesi

Çocuklarda gece korkusu depresyon belirtisi olabilir

Çocuklarda ‘gece terörü’ ya da ‘uyku terörü’ diye adlandırılan gece korkuları, depresyon belirtisi olabiliyor.
Gece terörü yaşayan çocuk, uyanmış gibi görünse de alışılmışın dışında davranışlar sergiliyor. Aniden bağıran ve ağlayan çocuk, sürekli koşup, sağa sola saldırıyor. Bu çocuklarda gözbebeklerinde büyüme, aşırı korkma, terleme, panik, hızlı kalp atışları görülebiliyor. Bu sırada tamamen uyanamayan çocuk yatıştırılıp uykuya dalmada zorluk çekiyor. Böyle bir uyanışın çocuğun kendini güvende hissetmediği anlamına geldiğini aktaran Uzman Psikolog Çağla Dortluoğlu, “Ebeveynler korkunun doğal olduğunu düşünerek, çocuklarına sevgi ve anlayışla yaklaşmalı. Özgüveni destekleyerek çocuğun korkusunu yenmesine destek olmalı.” diyor. Bu durumlarda çocuğu uyandırmaya çalışmanın doğru olmayacağını kaydeden uzman, şunları öneriyor: “Ona sarılarak alçak bir sesle yatıştırmaya çalışın... 
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik

23 Şubat 2014 Pazar

Kıyaslama, çocukta özgüveni yok ediyor

Çocuklarının ‘iyi’ ve ‘başarılı’ olmasını isteyen ebeveynler, onları başkalarıyla kıyaslıyor. Kıyaslama ise uzmanlara göre çocuk eğitiminde en sık yapılan hatalardan biri.
Çocuklarını motive etmek için kıyaslayan anne-babalar, faydalı olmaktan çok zarar veriyor. Okul başarısı ve diğer özellikleri başkalarıyla kıyaslanan çocuk, mutsuz oluyor. Bu durumdaki çocukların, kardeşini, arkadaşlarını kıskanabildiği gibi ailesi, öğretmenleri ve çevresiyle de ilişkileri bozulabiliyor. Çocuk gelişim uzmanı Gülşen Yıldırım, “Çocuklarımızın gelişim özelliklerini, başarılarını başkalarıyla kıyaslarken farkında olmadan onları bir yarış içine sokuyoruz. Her çocuğun kendine has özellikleri vardır. Bu nedenle kıyaslama, başkalarını rakip gösterme, çocukta özgüven eksilmesine yol açar. Çocuğunuzu başkasıyla kıyaslamak yerine yeteneklerinin gelişimine destek olun.” diyor...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_kiyaslama-cocukta-ozguveni-yok-ediyor_2201424.html

15 Şubat 2014 Cumartesi

Çocuklarda alerjik egzama uykusuzluğa neden olabilir

Acıbadem Ankara Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Bahar Öznur, "Çocuklarda alerjik egzama uykusuzluğa neden olabilir" dedi.  
Dermatoloji Uzmanı Dr. Öznur, mevsim geçişlerinde çocuklarda görülen deri hastalıklarıyla ilgili bilgiler verdi. Alerjik egzamanın uykusuzluğa neden olabileceğine dikkat çeken Dr. Öznur,  "Alerjik egzama ya da atopik dermatit adı verilen hastalık, özellikle hayatın ilk yıllarında yoğun olarak görülen deride kızarıklık kuruluk pullanma artışı ile seyreden bir deri hastalığıdır. Hastaların sıklıkla başvurduğu şikayetler deride kaşıntı, kızarıklık ve buna bağlı huzursuzluk, uykusuzluktur. Hastalarda yanaklar, boyun altı, dirsek içleri ve diz arkası gibi bölgeler en çok etkilenen alanlardır. Beş yaşına doğru alerjik egzamaların şiddeti azalır. En önde gelen sebep gıdalara karşı gelişen alerjidir. Gıdalar içinde de en sıklıkla inek sütü ve yumurta sorumlu bulunmaktadır. Ayrıca hava yolu ile alınan ev tozu, küf mantar, ağaç polenleri, yabani ot polenleri gibi alerjenler de hastalığı tetikleyebilir. Ayrıca kuruluk, şiddetli sürtünme, irritasyona bağlı sıkı kıyafetler, yünlü kıyafetler gibi fiziksel uyaranlar da şikayetlerin artmasına sebep olabilmektedir. Bu tür alerjileri havadaki kuruluk uyardığı için kış aylarında hastaların semptomları daha da ağırlaşmaktadır" ifadesini kullandı. 
Tedavide alerjenle temasın azaltılmasının şikayetlerde azalmaya neden olacağını belirten Dr. Öznur,  şöyle devam etti: 

"Ayrıca banyo sonrasında nemlendirici uygulama ile cildi nemli tutma bu yönde etkili olmaktadır. Koruyucu önlemlerin yetersiz kaldığı durumlarda ağızdan alerji ilaçları ve kremlerle tedavi gerekebilmektedir. Kaşıntının getirdiği stres hastalığın daha da kötüleşmesine neden olur. Özellikle kış aylarında havanın kurumasıyla ciltte kuruluk ve irritasyon artacağından kaşıntı ve kızarıklıklar artacağından daha yoğun bir nemlendirme önem kazanır." ...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_cocuklarda-alerjik-egzama-uykusuzluga-neden-olabilir_2199569.html

10 Şubat 2014 Pazartesi

Çocuklarda uzun süreli öksürüğe dikkat!

Memorial Hizmet Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü'nden Uz. Dr. Aslı Toros, çocuklardaki öksürüğün özellikle bahar ve kış aylarında en sık görülen şikayetler olduğunu söyleyerek öksürüğün hastalık değil, çeşitli sağlık sorunlarının bir belirtisi olabileceğini dile getirdi. Toros, "Bu rahatsız edici durum geniz akıntısı gibi basit nedenlerden kaynaklanabileceği gibi, alt solunum yolu hastalıklarının da habercisi olabilir." dedi.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uz. Dr. Aslı Toros, çocuklardaki öksürük hakkında bilgi verdi.
Çocuğunuzu gözlemleyin diyen Toros, "Kış aylarında çocuklarda en çok görülen öksürük aslında vücudun savunma mekanizmalarından biridir. Yabancı bir maddenin (örneğin toz polen küçük bir besin parçası gibi) solunum yoluna kaçması durumunda öksürük refleksi devreye girerek bu maddeyi dışarı atmaya çalışmaktadır. 2 haftadan kısa süren öksürüklerin en sık sebebi grip nezle veya soğuk algınlığı gibi üst solunum yolu enfeksiyonlarıdır. 3-12 haftadan fazla devam eden öksürük ise alt solunum yolu hastalıklarının belirtisi olabilmektedir. Öksürüğün çocuklarda 2 haftadan kısa süreli olması akut, 3-12 hafta devam etmesi ise kronik olabileceğini göstermektedir." ifadelerini kullandı.
Burun akıntısının hapşırık ve kaşıntı alerjik astım belirtisi olabilir diyen Dr. Toros, "Öksürüğün sebebinin belirlenmesinde görülen diğer bulgular çok önemlidir. Ateş, hırıltı, nefes darlığı ile sık nefes alma, bronşit veya zatürre gibi ciddi hastalıkların belirtisi olabilmektedir. Özellikle bahar aylarında burun akıntısı, hapşırık, burunda kaşıntı ile birlikte gece belirginleşen öksürükler saman nezlesi veya alerjik astım ile ilişkili olabilmektedir." diye konuştu.

Bilinçsiz kullanılan şurubun öksürüğün şiddetini artırabileceğini ifade eden Dr. Toros, şöyle konuştu: Bebeklikten başlayarak sık tekrarlayan hışıltı atakları ile seyreden tablolarda; reflü ve alerji, gibi kronik ve ilerleyici hastalıklar düşünülebilmektedir...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_cocuklarda-uzun-sureli-oksuruge-dikkat_2198169.html

5 Şubat 2014 Çarşamba

Sürekli annesiyle oyun oynayan çocuk, asosyal oluyor

Çocuklarının eğitimine özen gösteren aileler, doğduğu andan itibaren onun için oyun seçimine de dikkat eder. Ancak kontrolü tamamen eline alan kimi ebeveynler, çocuğun kendi başına ya da arkadaşlarıyla oyun oynamasının hayal dünyasını da geliştireceğini unutuyor.
Oyuncaklar ve oyunlar, çocukların dünyaya geldiğinden itibaren gelişimlerini destekleyen en büyük yardımcılardır. Zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimlerinin olumlu etkilenmesinin yanı sıra aile ve çocuğu birbirine yakınlaştıran, gönül bağlarını güçlendiren yine oyunlardır. Uzmanlar, çocuğun hayal dünyasının gelişmesi için kendi başına oynamayı öğrenmesi gerektiğini belirtiyor. Çocuklarıyla gün içinde bir saat vakit geçiren ailelerin, sonrasında ‘Hadi bakalım biraz da kendi başına oyna’ demesi gerektiğini dile getiriyor. Pedagog Mehmet Teber, bazı ebeveynlerdeki şikâyeti şöyle aktarıyor: “Çocuğum doğduğu andan itibaren onunla o kadar çok ilgiliydim ki, sürekli birlikte oyun oynuyor ve hafta sonları da etkinliklere katılıyorduk. Okul çağına geldiğinde yanlış yaptığımı fark ettim. Çünkü çocuğum arkadaşları ve öğretmenleriyle oynamaktan zevk almıyor, çabuk sıkılıyordu.” Birçok annenin bu durumu yaşadığını kaydeden Teber, “Çocuk anne ve babayla, arkadaşlarıyla ve kendi başına oyun oynar. Eğer bir çocukta bunların üçü de varsa mutlu olur, daha sağlıklı bir iletişim kurar. Sadece anne ve babayla veyahut arkadaşlarıyla oyun oynaması ise yanlış bir davranıştır.” ifadelerini kullanıyor. Çocuktaki en önemli becerinin kendi başına oyun oynayabilmesi olduğunu ifade eden pedagog, “Çocuğa rahatlıkla ‘Hadi biraz da kendi başına oyna’ demek gerekiyor. O sırada çocuk bunu reddediyor ve ağlıyorsa biraz sabretmeli, ‘Ben nasıl anneyim, çocuğumla oynamıyorum’ diye düşünülmemeli. Hayal dünyasının gelişmesi adına kendi başına kalmalı ve istediği oyuncakla oynamayı öğrenmelidir.” diyor.

Çocuğunuzla hayal kurmaca oynayın
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_surekli-annesiyle-oyun-oynayan-cocuk-asosyal-oluyor_2197652.html

3 Şubat 2014 Pazartesi

Hangi organ, hangi yaşta yaşlanıyor?

BEYIN
GOZ
KULAK
KALP
CIGER
KEMIK VE KASLAR

http://www.zaman.com.tr/multimedia_getGalleryPage.action?sectionId=1&type=foto&galleryId=143832&activePic=1#

21 Ocak 2014 Salı

Evliliği rutine terk etmek, ölü evlilikler meydana getiriyor

Sosyolog-yazar Mehmet Ali Balkanlıoğlu, 15 kişilik araştırma ekibiyle ‘mutlu ve uzun evliliğin’ sırlarını araştırdı. Çalışmasını bir kitapta toplayan yazar, aileleri uyarıyor: ‘İyi bir eş olarak değil, prens ve prenses gibi yetişen gençlerin hikâyeleri, nikâh sarayında başlayıp adalet sarayında bitiyor.’
Dağılan yuvasının yasını tutan 40 yaşlarındaki arkadaşının hikâyesi, Marmara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Balkanlıoğlu’nu kapsamlı bir çalışmaya ve ‘Evliliğin Şifresi’ kitabını yazmaya yönlendirir. Konferans için yurtdışına giden Balkanlıoğlu’na, arkadaşı önce maddi sonrasında da manevi sebeplerle artan huzursuzluğunu ve boşanma sürecini anlatır. Çareyi yurtdışına çıkmakta bulan arkadaşının derdiyle dertlenen yazar, başkanlığını yürüttüğü bağımsız 15 kişilik Sosyal Politikalar ve Aile Araştırma Grubu ile bir buçuk yıl süren bir alan araştırması yapar. Mutlu ve uzun evliliğin sırlarını araştırdıklarını söyleyen Balkanlıoğlu, “Alana indik, mahalleye gittik, birebir yirmi yıl ve üzeri evlilerle görüştük. Görüşmelerimizin, gözlemlerimizin ve yorumlarımızın neticesinde bu eser ortaya çıktı.” diyor. Evliliğin uzun olmasının mutlu bir evlilik olduğu anlamına gelmediğini ifade eden sosyolog, “Ölü evlilikler dediğimiz içi boş evlilikler de var. Günümüzde aile denilince akla boşanma, aldatma, şiddet geliyor maalesef. Hâlbuki mutlu evlilikler de var. Bunu da ön plana çıkarmak için bu kitaba başladık.” ifadelerini kullanıyor. Günümüzde birçok evliliğin ‘rutin evlilik’ olduğunu belirten Balkanlıoğlu, “Bir noktadan sonra eşler kendilerini salıveriyor. Hâlbuki evliliği garanti görmek ve rutine terk etmek çok büyük bir hata! Eşler birbirine değer verdiğini her fırsatta dile getirmeli, sürprizler yapmalı.” diyor.

Balkanlıoğlu’nun dikkat çektiği bir diğer nokta ise ekonomik durum. Ailelerin çoğunun borç altında olduğunu söyleyen yazar, “Bir şekilde kredi çekiliyor ve ödeme güçlüğü yaşamaya başlayınca bu durum, aileye olumsuz olarak yansıyor. Ekonomik sebepler, boşanmalarda da temel faktörlerden. Bu borçlanmalar toplum olarak bir yerde elimizde patlayacak! Zaten 2001 krizinden sonra boşanmaların da patladığını görürsünüz.” şeklinde konuşuyor...
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik_evliligi-rutine-terk-etmek-olu-evlilikler-meydana-getiriyor_2194668.html

18 Ocak 2014 Cumartesi

Kötü anıları unutmak mümkün mü?

Psikiyatri Uzmanı Dr. Sümer Öztanrıöver , geçmişimizde unutmak istediğimiz, hatırladığımızda canımızı hala acıtan travmaları beynimizden silmek isteyebileceğimizi ifade ederek, "Bu anılarımız beynimizde, vücudumuzda izlerini yıllar boyunca taşır ve günlük hayatımıza sızarak etkilerini doğrudan ya da dolaylı olarak gösterebilirler. Travmayı birinci elden yaşama ya da tanık olma bizi aynı derecede etkileyebilir. Örneğin küçükken ebeveynlerinden fiziksel şiddet gören bir çocuk kadar, kendisi şiddet görmese bile kardeşlerinin ya da annesinin şiddet görmesine tanık olması da onu aynı şekilde travmatize edebilir" dedi.

Başkalarını etkilemeyecek bir durumun bazı kişiler için travmatik olabileceğine dikkat çeken Öztanrıöver, bu yüzden olayın ne olduğundan çok nasıl algılandığının önem taşıdığını söyledi. Öztanrıöver, "Örneğin ilkokulda sınıfta bir soruyu yanlış yanıtladı diye arkadaşlarının gülmesi bir kişi için travmatik olurken, bir diğeri için çok önemsiz olabilir. Anne-baba ölümüne tanık olma, çocukluk çağı cinsel istismarı, geçirilen ciddi kazalar; belirgin zorlanmalara yol açabilir ve kişiler yaşadıkları sorunların sebebinin bu yaşam olayları olduğunu bilir. Ancak bazen küçükken yaşanılan ve unutulup giden bir ameliyat, hatta bazen denizde-havuzda şakalaşma ve suyun altında bir anlık nefessiz kalma deneyimi, erişkin yaşta kapalı yerlerde kalamamaya, panik bozukluğuna yol açabilir. Beden hafıza sı, duygu köprüsü yoluyla şartlar tamamen farklı olsa da aynı çaresizlik düşüncesini, duyguları, bedensel duyumları ortaya çıkarabilir" diye konuştu.

DEPRESYON VE ANKSİYETE BOZUKLUKLARININ TEDAVİSİNDE DE ETKİLİ

"Sil baştan beyni sıfırlama mümkün mü?" diyen Öztanrıöver, şöyle devam etti:

"İnsanlar genellikle travmatik olayı unutmak ve hiç hatırlamamak ister. Beynimiz olayı bilinç dışına iterek bunu zaten yapmaya çalışır. Ancak bunun için daha ağır bir bedel öder. Çünkü bilinç dışına itilen bir olay, tıpkı suyun altına itilen bir top gibi yukarı çıkmaya çalışır. Ne kadar derine itersek o kadar güçlü çıkmaya çalışacaktır. Direncimizi düşüren bir yaşam olayı olduğunda, hatta bazen koşuşturmamız bitip tam rahata kavuşacağımızda hızla yukarı fırlar. Depresyon, anksiyete bozuklukları veya psikosomatik hastalıklar yoluyla kendini görünür kılar. EMDR gibi terapi teknikleri, çift taraflı beyin uyarımı yoluyla travmatik olaylara duyarsızlaşmayı sağlayarak, beynin olayı yeniden işlemesine yardım eder. Olayın kişi için anlamı değişir...
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Kotu-anilari-unutmak-mumkun-mu/1039105/

12 Ocak 2014 Pazar

Panik atağınız sizi değil, siz panik atağınızı yönetin

Samsun Medical Park Tıp Merkezi'nden Psikolog Enise Öziç günümüzde giderek artan ve çağın hastalığı olarak nitelendirilen 'panik atak hastalığının yönetilmesi' hakkında bilgi verdi.

Halk arasında en çok "Çıldırabilirim, aklımı yitirmekten korkuyorum, her an 'ya panik atak gelirse' korkusuyla yaşamaktan yoruldum, her atak geçirme anında ölümü hissetmek beni çok yoruyor." gibi cümlelerin sıklıkla kullanıldığını hatırlatan Psikolog Enise Öziç, söz konusu söylemlerin panik atak bozukluğunu yaşayan birçok kişinin hissettiği ve düşündüğü ifadelerden sadece bir kaçı olarak karşılarına çıktığını söyledi.

Olumsuz cümlelerin panik hastasının hayatına girdiğinde sadece düşünce ve duygularını etkilemekle kalmadığını kaydeden Öziç, "Ayrıca sosyal hayatına, yaşamdan aldığı zevki ve gündelik uğraşlardaki işlev düzeyini düşürmektedir. Bazen kişinin 'rahatlıkla dışarıya çıkamıyorum', 'ya bayılırsam, ya rezil olursam', 'kapalı alanlarda durmaya tahammül edemiyorum' gibi ifadeler kullanması bu duruma örnek olarak sunulabilir." diye konuştu. Bu şekilde düşünüyor olmanın panik hastası olduğumuzu göstermeyeceğini vurgulayan Psikolog Öziç, "Panik hastası olup olmadığımızı etkin bir psikiyatrik muayene ile kesinleştirebiliriz. Panik bozukluk, vücutta meydana gelen birtakım belirtilerin yanlış yorumlanması ile belirginleşmektedir ve korkuya kapılma şeklinde devam etmektedir. Örneğin Panik hastaları panik nöbeti geldiğini hissettiği anda oldukça endişelenerek önlem alma çabasına girmektedirler ve aşırı heyecan, kaygı ve korku duymaktadır. Dolayısıyla bu durum onları daha çok panik yapmaya sürüklemektedir ve bir kısır döngü oluşmaktadır." şeklinde konuştu.

Kişi panik olacağını hissettiği anda önce sakin olması ve doğru nefes yöntemiyle nefes alıp vermesi gerektiğini belirten Enise Öziç şöyle konuştu: "Aynı zamanda bu durumdan korkmamalı, beklediği takdirde geçeceğini bilmelidir. Bu süreçte dikkatini bedenine değil dışarıya yönlendirmelidir veya önlem almaya çalışmadan kendilerine olumlu telkinler vererek beklemelidirler; Çünkü önlem almadan da panik nöbetinin geçtiğini fark ettikleri anda 'Fobik Kaçınma' dediğimiz durumları yaşamak zorunda kalmayacaklardır. Unutulmamalıdır ki panik ataktan hiç kimse ölmemiştir. Ancak kişi otokontrolünü sağlayamadığını ya da kendisine bir türlü hakim olamadığını düşünüyorsa o zaman bir uzmandan yardım almalıdır. Çünkü panik bozukluk hakkında bilgi sahibi olunması oldukça kolay olan bir psikolojik rahatsızlık olmasına rağmen tedavisi uzmanlık gerektirmektedir."...

3 Ocak 2014 Cuma

Kötülüğün ve Sapıklığın Kaynağı Genler mi?

Medya ve yayın dünyası gün geçmiyor ki, kötü bir huyu veya gayriahlâkî bir davranışı genlerimizle ilişkilendirmesin, bu kötülüklere mazeret olarak da tabiatı ve fıtratı suçlamasın. Son ilmî araştırmalar ise, medyanın bu slogan haberlerinin doğru olmadığını göstermektedir. Söylenenin aksine genlerin kendini ifade etmesinin fizikî çevre ile birlikte sosyokültürel faktörlerle de düzenlendiği anlaşılmıştır. İnsanın fıtratının şekillenmesinde hem genlere ve buna bağlı sentezlenen hormonlara, hem de kültüre kaderî programda birlikte rol verilmiştir. Her insanın tutum ve davranışları, genetiğe ve kültüre ait faktörlerin birlikte ortaya çıkardığı motifler (nakışlar) içerisinde kendisini gösterir. 

İnsan tabiatı bir kitap olarak düşünülürse, bunun içinde şifrelenmiş genetik enformasyon, iç ve dış çevrenin bütün unsurlarıyla (biyopsikososyokültürel) mânâlı ve fonksiyonel hâle gelir. Çünkü her kitabın harflerden teşkil edilmiş görünen bir yapısı (semiotik DNA dizisi), bir de bunun belli bir çevrede açığa çıkan mânâsı (semantik örgüsü) vardır. Bu açıdan genler cebrî kodlar olarak değil, çeşitli dinamik kuvvetlerin birlikte tesir göstermesinden doğan âdeta bir ebru sanatı olarak görülmeli (suyun üzerindeki aynı boyaların küçük bir titreme ile çok farklı desenler çıkarması gibi) ve o şekilde okunmalıdır. İnsanın iradesi ve sorumluluğu da, genlerin ve kültürel faktörlerin karşılıklı tesirleriyle şekillenen fıtrat motiflerinin sunduğu reaksiyon aralığı içinde mânâ ve değer kazanır. Bu açıdan fıtrat (insan tabiatı) ve kültür birlikte değerlendirilmelidir. İnsanın tutum ve davranışlarını belirleyen faktörleri; genetik, fizikokimyevî çevre ve psikososyokültürel faktörler olarak üç ana başlık altında toplayabiliriz. Yukarıdaki her bir faktörün belirleyiciliği kısmî ve istatistikîdir. Suça eğilimli olma seviyesi, aynı cinsten kişilere cinsî yakınlık duyma temayülü, algı ve idrak keskinliği kabiliyeti, yenilik ve heyecan arama arzusu, bağımlılık meyelânı gibi özellikler sadece bir veya iki genle tanımlanamaz. Saldırganlığın ortaya çıkışına tesir eden birçok faktör (çevre, genler) vardır. Fakat bunlardan sadece birisinin yokluğu veya yeterli dozda olmayışı saldırganlığı tetikleyebilir. Meselâ monoamin oksidaz A enzimi, MAO-A geni tarafından kodlanır. Bu enzim dopamin, serotonin ve nörepinefrin gibi nörotransmitter moleküllerin (sinir hücreleri arasındaki haberleşme molekülü) yıkımını gerçekleştirir. Bu gendeki mutasyonlar veya polimorfizmlere bağlı olarak enzim yeterli fonksiyon göremez ise, bu kişilerde şiddet ve saldırgan davranışlara yatkınlık artar. Fakat kişi bu temayülü bilirse veya çevresi onu bu konuda eğitirse, bu huy kontrol edilebilir. Benzer şekilde, herkeste değişen derecelerde kansere yatkınlık genleri bulunur. Bu yatkınlık genleri, çevre faktörleriyle (sigara, beslenme, mutajenler ve karsinojenler gibi) aktifleştirilirse, kişide kanser gelişebilir. Ancak sigarayla tetiklenen kanser tipinde, kişide kansere yatkınlık genleri yoksa veya yatkınlık düşük ise, bu kişi sigara içse de kansere yakalanmayabilir. Benzer şey bağımlılık, cinsî sapıklık, şiddete ve suça eğilim genleri için de söylenebilir. Daha da önemlisi davranışla bağlantılı genler, diğer genlerle münasebeti yanında, muhteva, pozisyon ve diğer birçok şarta bağlı olarak yorumlandığında mânâ ve değer kazanır. Çünkü tutum ve davranışların ortaya çıkışında karmaşık bir sebepler ağı var. Bu yüzden davranış genetiğinin sebebi olarak gösterilen DNA dizisi, tek başına, kişinin duygu ve davranışlarını, maharetinin ve şahsiyetinin nasıl gelişeceğini kesin olarak belirleyemez. Bir başka ifadeyle fenotip, sadece genetik enformasyondan yola çıkılarak yüzde yüz kesinlikte tahmin edilemez.
Beyin ve kişilik gelişmesi çok faktörlü bir ekspozom hâdisesidir. Bu tabiri açarsak, hamileliğin başlangıcından itibaren, bilhassa okul öncesi eğitim dönemi boyunca maruz kalınan her şeyin, insanın özelliklerinin ortaya çıkmasındaki tesirine ekspozom diyoruz. Şuuraltı müktesebatı dâhil, kişinin geçmiş yaşantısına ait bütün mâzisinin bu gelişmede rolü vardır. Ortalama bir insan beyninde bulunan 1011 sinir hücresinin bağlantıları sadece genlerle belirlenmemektedir. İnsan DNA'sında 6,2 x 109 nükleotid (harf) veya enformasyon vardır. Bu ham bilginin okunması ve kullanılması, onlarca faktörün toplu hâlde kendini göstermesine bağlıdır. İç ve dış çevreden gelen uyaranlarla, nöronlar yeni bağlantılar kurabilir ve sentezledikleri nörokimyevî maddeler ve hormonlarla, sinir hücrelerinin sayısı, bağlantı ağı belirli ölçülerde değiştirilebilir. Beyindeki hücrelerin bağlantı detaylarını ve motiflerindeki ince ayarları tanımlayacak seviyedeki bilgilerin hepsi genomda yoktur. Sadece çevre faktörleri de bu eksik bilgiyi tek başına tamamlamak için yeterli değildir. Bunların dışında da pek çok faktöre beynin gelişmesinde ve işleyişinde rol verilmiştir. Beyindeki akson ve dendritlerin uçları uzarken, yol boyunca gideceği organa veya bölgeye kadar rehberlik eden nanomolekülleri tanıya­rak i­ler­ler. Bu ilerleme esnasında küçük değişiklikler, sapmalar yaparlar. Adeta belli ölçüde determinizm belli ölçüde deneme yanılmayla gelişirler. Doğru hedefe yüzde yüz kesin olmayan, fakat istatistikî bir düzen algoritmasıyla ulaşırlar. Gözden beyine doğru büyütülen aksonlar, % 1 ihtimalle optik kiazmada yanlış yola dönebilir. Dolayısıyla beyne ulaşamaz veya beynin yanlış kısmına gider. Fakat aynı zamanda beynimize bu hataları tanıyan ve düzelten sinyalizasyon sistemleri de yerleştirilmiştir. Eğer aksonlar uygun hedef nöronlardan doğru sinyali alamazlar ise, yıkıma uğrarlar. Bazen de aksona ait nöron, ölümü tercih eder. Bu gözlemler açıkça ortaya koyar ki, beyin gelişmesi önceden harfi harfine tanımlanmış bir programla değil, değişmeye ve hataya açık, esnek bir programla gerçekleştirilir. 

Bu esnek program materyalist bir bakışla doğru yerde, doğru zamanda, doğru faktörlerle birlikte olmak olarak ifade edilen şansla açıklanır. Aynı program dinî literatürde nasip, kısmet ve kader, İlâhî ikram, lütuf olarak bilinen faktörlerle açıklanır. Ayrıca irade ve şuurlu davranış öncesi, beyinde irade dışı belirli aktivasyonlar ve genetik bir alt yapı da vardır. Bu açıdan biyolojik ve genetik eğilimlerin oluşturduğu nakışlar; seçme ve tercih etme hürriyeti için, sadece bir alt yapıdır. Düşünce, his ve davranışlarımız beynin nörogenetik ve nörokimyevî yapısı içinde ortaya çıktığından, buradaki zeminin oluşturduğu motif, belli tutum ve davranışlar ve hisler için bir temayül oluşturur. Bir başka ifadeyle, beyin kimyası ile fetal dönem (anne karnında) ve erken çocukluk yıllarında yaşanan hâdiseler, insanın gelişmesinde önemli belirleyicilerdir. İnsan beyni hem iradî ve şuurlu, hem de otomatik ve şuursuz (mekanik) bir konumda çalışabilir. Kısacası genler, neyi ve neleri başarabileceğimizin alt zeminini, reaksiyon aralığını ve eşik değerlerini teşkil eder; davranışın ortaya çıkma ihtimalini belirler; ancak son noktaya ait kararların sınırı genlerle çevrenin etkileşimi neticesinde istatistikî ihtimallerle belirlenir. Dolayısıyla cebrî bir durum olmayıp, çevrenin (terbiye, inanç, ahlâkî beslenme) dinamik belirleyiciliği sınıra tesir eder. 
İnsanın cüz'î iradesi; hem ruhî, hem genetik, hem de çevre alt yapısının (endofenotip) tesiri altında işletilen, serbest seçimler ve tercihler yapabilme gücü ve kapasitesidir. İnsanın seçim ve tercihleri, metafizik dünyasına ait beslenme kaynaklarından, beyin ve sinir sistemine ait nörokimyevî ve hormonların tesirinden ve kültür çevresinden bağımsız olarak gerçekleşemez. Âyette belirtildiği gibi "Kimseye kaldıramayacağı yük yüklenmez." hususu bu açıdan değerlendirildiğinde çok mânâlıdır. Bir rahmeti ve şefkati gösteren bu düsturla bakıldığında, cüz'î iradenin faaliyet alanı ve sınırları, çok faktörlü ve hikmetli sebeplerle belirlenir. Kişinin fıtratında inşa edilen güçlü ve zayıf yanlara bakılarak fetvaların hususi şekilde verilmesi de çok hikmetlidir. Bundan dolayı da herkesin imtihanı ve tecrübesi farklı farklı olur. 

Bu yüzden insan, tanımlanmış, sınırlandırılmış şartlar altında sorumluluk sahibidir ve o şartların ve fıtratının izin verdiği aralıklar içerisinde tercihler yapabilir. Bu açıdan insanların normal ve anormal davranışları; ruhî, vicdanî ve ahlâkî beslenmesine dayalı genetik yatkınlık temelli fıtrat-kültür modeli içinde analiz edilir ve yorumlanırsa, insanın eğitim ve terbiyesinde sağlıklı neticelere varılabilir...

2 Ocak 2014 Perşembe

Eşinizin gönlünü sevgi ve saygı ile fethedin

Erzincan Müftüsü Galip Akın, bayanlara eşlerine karşı tatlı dilli olmaları tavsiyesinde bulunarak, "Eğer sonuç almak istiyorsanız, acı söz, hakaret, tartışma ve eşinizi incitmekle bir yere varamazsınız. Tatlı dilli olun. Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkardığına göre, eşiniz yılandan da mı kötü? Önce siz eşinize göstereceğiniz sevgi, saygı ile gönlünü fethedin. Onun isteklerini yerine getirerek kozlarını elinden alın." dedi.
Erzincan'da kadınlara yönelik 'Aile İçi Şiddet ve Çözüm Yolları' konulu seminer düzenlendi. İl Müftüsü Galip Akın tarafından düzenlenen seminerde, eşler arası yaşanan geçimsizlikler ve şiddet hususlarının önlenmesi konusunda bilgi aktarıldı.
Müftülük konferans salonunda düzenlenen ve seminere konuşmacı olarak katılan Müftü Galip Akın, kadınlara önemli nasihatlerde bulundu. Çok sayında kadının ilgi ile dinlediği seminerde aile içi şiddet ve çözün noktaları hakkında önemli ipuçları veren Müftü Galip Akın, "Eşler arası geçimsizliklerde 'şiddet' önemli bir rol oynar. Erkeğin otoritesini kuramadığı zaman, en sık başvurduğu silah dayaktır. Toplumumuzda dayakla ilgili çok yanlış tutum ve kabullenmeler var. Kimi erkekler dayakla otorite kurar ve sürdürür. Bazen de dayak, ters teper, otoriteyi kırar. Kimi durumlarda ise dayak etkili olur; ancak erkek sevgiyle değil, hep korkuyla ve nefretle hatırlanır. Kadın, erkeğini kızdırmamak, ağır hakarete uğramamak veya dayak yememek için istemeyerek saygı gösterir. 'Her şeyden önce şefkati sonsuz olan Rabbimiz, 'şefkat kahramanı' olan kadınları erkeklere emanet etmiş. Emanete hıyanet etmemelerini, emin ve güvenilir olmaları gerektiğini her fırsatta vurgulamış ve onları yani biz erkekleri bu konuda uyarmıştır. Evlilik, eşler arasındaki aşk ve sevginin şiddetlenmesi ve kuvvet kazanması anlamına gelmelidir, sertlik göstermek, dayak ve şiddete başvurmak ve sonuçta ayrılığa kapı aralamak değil." açıklamasında bulundu.
DAYAKLA SEVGİ BAĞDAŞMAZ

Seminerde dayakla sevginin bağdaşmayacağını söyleyen Müftü Akın, "Düşünün! Eşinizde ne kadar güzel huylar, meziyetler, hünerler var...