Popüler Yayınlar

15 Aralık 2013 Pazar

Middle East's struggle for democracy: Going beyond headlines


The ongoing struggle in the Middle East is not between the so-called Islamists and secularists. It's not pro-Morsi vs. pro-military in Egypt, or even Assad vs. opposition in Syria. The real struggle is between those committed to the core values of democracy and human rights and those who want to maintain a status quo of authoritarianism and domination.

Western observers often place Middle East actors and their motives into well-intentioned but partially inaccurate or sometimes misleading categories. For example, the three major groups in Iraq are labeled as Shiites, Sunnis and Kurds. The first two are religious categories, while the third is ethnic. The majority of Kurds are Sunni, and the majority of Iraqi Shiites are ethnically Arabs. So the right, albeit inconvenient, categories would be Sunni-Kurds, Sunni-Arabs and Shiite-Arabs.

These categories would be trivial details if it weren't for the fact that Middle Eastern realities of these labels do not always overlap with established western understanding. For instance, those in the Middle East who call themselves "secularists" would be perceived in the west as the "good guys" who believe in democracy and separation of church and state.

But Turkey's historic self-proclaimed "secularists" in practice were anything but secular or democratic. As Edhem Eldem, Professor of History at Istanbul's prestigious Bogazici University observed, Turkish "secularism" often "marginalized and oppressed those who openly displayed their beliefs; head-scarf-wearing women were banned from universities, and few protections were given to religious minorities." The government ran every single mosque and prescribed the preachers' sermons. Turkey's self-proclaimed secularists were also aggressive nationalists, who denied millions of Kurdish citizens their cultural rights, including the right to speak their mother tongue. Those who did not embrace the official government ideology were sometimes beaten and jailed.

Counter-intuitive to a western audience, on the other side were participants of the Hizmet social movement, originated by Turkey's most influential preacher and social advocate, Fethullah Gülen, who advocated for democracy, equal opportunity and social justice, and defended religious rights of all faiths in Turkey, including Orthodox Christians and Jews. Gülen's sympathizers started free tutoring centers in Turkey's Southeast, serving tens of thousands of children from low-income families, often of Kurdish descent, helping protect them from recruitment by terrorist organizations operating around Turkey's borders.

In 2008, when the Turkish judiciary prosecuted military officials charged with planning or perpetrating military coups, western media called it a struggle between Islamists and Seculars. In reality, as correctly observed by Dr. John Esposito of Georgetown University, it was a struggle between pro-democracy groups and those military officers who were found guilty of some of the worst crimes against their fellow citizens. Kurdish citizens, many of who saw their loved ones disappear under military-dominated periods, celebrated this development alongside journalists who were intimidated or fired from their jobs during the same periods.

Last month, when Hizmet representatives criticized the government-proposed legislation that calls for banning exam prep schools, Turkish and Western journalists labeled this opposition as a feud between Prime Minister Erdoğan and Mr. Gülen because roughly 15-25 percent of these prep schools were founded by Hizmet participants according to various estimates.

But that is an oversimplification because this underlying struggle is between democracy and free enterprise on the one hand against government overreach and authoritarianism on the other. If enacted, this legislation would make Turkey the only country in the world to ban a whole category of legitimate private enterprise -- and that too, one that provides math, science and language arts training to children of low-income families who cannot afford private tutoring...

* Dr. Aslandoğan is the President of the Alliance for Shared Values, a non-profit that represents interfaith dialogue organizations affiliated with Hizmet in the U.S.

Published on The Huffington Post, 12 December 2013, Thursday
http://www.hizmetmovement.com/

14 Aralık 2013 Cumartesi

İNSAN-HUMAN: Erkeği evden uzaklaştıran mahrem sebeplere dikkat!...

İNSAN-HUMAN: Erkeği evden uzaklaştıran mahrem sebeplere dikkat!...: Evlilikleri bitiren karşılıklı ilgisizlik, çiftlerin boşanma sebeplerinin başında geliyor. Zira iş dönüşü sıcak bir tebessüm bekleyen erk...

Erkeği evden uzaklaştıran mahrem sebeplere dikkat!

Evlilikleri bitiren karşılıklı ilgisizlik, çiftlerin boşanma sebeplerinin başında geliyor. Zira iş dönüşü sıcak bir tebessüm bekleyen erkek yahut kadın asık suratla karşılaşınca evde huzur da bulamıyor. Bunun dışında çiftleri yuvadan uzaklaştıran; bakımsızlık, iletişim ve istişare eksikliği gibi başka sebepler de var.
14 yıllık evli ve 3 çocuk babası Hakan Ş., uzaktan akrabası olan eşi Feryal Hanım’la evliliklerini kurtarmak için uzman yardımı alıyor. Kendisine yöneltilen “Karınızın yerinde olsanız, kocanıza nasıl davranmanız gerekirdi?” sorusuna verdiği cevap, birçok erkeğin belki de kimseye söyleyemediği bir sıkıntıyı özetliyor: “Evde kocamla baş başayken lahana gibi giyinmezdim. Lahana bile tek renk. Benim gördüğüm ise yıllardır renk renk.” Bakımsızlık evliliği bitiren ana sebep olmasa da birçok ilişkiyi fark etmeden çıkmaza da sokabiliyor. Ev hanımı Feryal Ş. ise başlarda evliliklerinin herkese örnek gösterildiğini ve şimdi eşinin kendisini aldatmasına anlam veremediğini dile getiriyor. Çift, Aile Yaşamını Koruma Derneği Başkanı, ayrıca evlilik ve iletişim uzmanı olan İnci Yeşilyurt’tan yardım alıyor. Yıllardır hem iletişim hem de Feryal Hanım’ın aile içi davranış eksikliği, Hakan Bey’i önce sanal âleme, ardından da aldatmaya sürüklemiş. Yeşilyurt, seansın ilerleyen kısımlarında ise evlendikleri ilk günden sonra Feryal Hanım’ın ev içinde önce utangaçlık, daha sonra da yorgunluk, ev işleri ve çocuk gibi sorumluluklarla dış görünüşüne dikkat etmediğini fark etmiş. Eşinin genelde eve misafir geldiğinde veya düğüne gittiklerinde güzel ve bakımlı giyindiğini kaydeden Hakan Ş., “Eşim benim için değil başkaları için süslenip, güzel giyiniyor. Sabah yolcu edilmiyorum. Akşam güler yüzle karşılanmak bir yana, yemek yemenin, ihtiyaçları konuşmanın dışında ortak bir hayatımız yok. Benim isteklerimin, beklentilerimin bu evde önemi kalmamış.” sözleriyle problemin kaynağına işaret ediyor. Moralinin bozuk olduğu böyle bir günde girdiği internette, önce arkadaşlıklar, akıcı sohbetler ve yıllardır karşılaşmadığı güler yüzü bulan Hakan Ş., bir süre sonra sanal âlemde geri dönüşü zor olan aldatma yoluna ilk adımını atıyor. Zira evde hissedilemeyen değeri, hanımında aradığı davranışları dışarıda yakalıyor.
Hakan Ş. ve eşi Feryal Hanım ile toplam 8 seans görüşüldüğünü kaydeden İnci Yeşilyurt, çiftin yeniden bir araya geldiğini söylüyor. Yeşilyurt, “İlk bakışta son derece mütevazı yaşantıları olan bu çiftin yaşadığı aldatma ve sonrasında oluşan güven problemi, aslında buzdağının görünen kısmı. Tabii bu örneğin tam tersi durumlar da var. Çünkü duygusal anlamda boşanmış ama aynı evde yaşayan çiftler, patlamaya hazır volkan gibi. Patlama çoğu zaman aldatma olarak duyulur. Ama volkanın dibine indiğimizde bambaşka ateşler yuvaları tehdit ediyor.” ifadelerini kullanıyor.
Erkeklerin, problemlerini daha çok içinde yaşadığını vurgulayan Yeşilyurt, şunları belirtiyor: “Bir süre sonra kendini kullanılmış, üstünde ağır yükler olan, bekârlık hayatının sorumsuz günlerine özlem duyan ve annesinin şefkatini arayan bir kişiliğe dönüşürler. Bu durumda kimi erkek, kendini dış dünyaya kapatırken kimisi de daha dışa dönük yaşamaya çalışır. Bazen iş yoğunluğu bazen de arkadaşın problemini çözme gibi gerekçelerle eve daha geç giderek, aslında kaçmanın yollarını arar. Problemlerin kaynağı tespit edilip, zamanında çözüldüğünde, sadakatsizlik de ortadan kalkar.”

‘Biz sizi eşlerinizle imtihan ederiz’ sırrı unutulmamalı

Uzman Psikolog Cihad Kaya ise evlenmeden önce kadının sevilmesine neden olan şeylerin terk edilmesinin, ilişkilerde erkek tarafının soğumasına yol açtığını belirtiyor. Kılık-kıyafet ve öz bakıma gösterilen itinanın azalmasının, erkeği eşinden ve ailesinden soğuttuğunu söyleyen uzman Kaya, “Evlilikte kadının kibar konuşmaması, kibar davranmaması, eğer ev bakım sorumluluğu kendisinde ve gündelik işlerle normalden çok daha fazla ilgilenip, kendisine ve eşine ayıracak zaman bırakmıyorsa, erkek, evinden ve ailesinden uzaklaşabiliyor. ‘Hep böyle yapıyorsun’, ‘Sen zaten böylesin’, ‘İlgisizsin’ gibi yargı cümleleri kullanan ve aile hayatı ve sosyal ortamlarda farklı davranışlar gösteren, eşinin derdine ve mutluluğuna ortak olmayan ve yalan söyleyen, her iki cins için de geçerli olmak üzere mahrem talepleri yanıtsız bırakan eşler birbirine karşı saygısını da kaybedebiliyor.” uyarısında bulunuyor. ‘Biz sizi eşlerinizle, annelerinizle, babalarınızla, çocuklarınızla, mallarınızla, canlarınızla imtihan ederiz.’ ayet-i kerimesini hatırlatan Kaya, “Tüm bunları gerçekleştirmesine ve ideal bir eş olmasına rağmen yüzlerce hanımın aldatıldığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerek.” diyor.

Çiftlerin bu davranışları, evliliğe zarar veriyor!

Israrcı olma: Arada bir talepleri karşılanmazsa bile sürekli o talebi dillendirmek, az ama öz konuşamamak.
İlgisizlik: Çalışmayan kadınların, eşinin alışkanlığını ve talebini bildiği halde hastalık, gece çocuk bakmak gibi gerekçeler dışında kahvaltı hazırlamamak, eşini kapıdan uğurlamamak.
Bitmeyen sorular: Erkeği iş saatleri içinde zorunlu nedenler dışında sık sık arayarak ‘Neredesin?’, ‘Ne yapıyorsun?’, ‘Yanında kim var?’ sorularını yöneltmek.
Güvensizlik: Erkeğin cep telefonunu sık sık kontrol etmek ve erkeğe özgürlük alanı tanımak istememek, trafik gibi nedenlerle eve geç kaldığında surat asmak ve sorgulamak.
Aile mahremiyeti: Tartışmalarda aile büyüklerini arayarak, ağlamak ve eşini şikâyet etmek.
Sosyal çevreye müdahale: Şununla görüş, bununla görüşme gibi talimatlar vermek.
Aile: Erkeği annesinden kıskanmak, eşine annesini (kayın validesini) şikâyet etmek, tartışmalarda erkeğin ailesini kötülemek.
Kıyaslama: Başkalarının eşlerine aldıklarından söz etmek, ‘Leyla’ya kocası yeni televizyon almış, bilezik almış’ gibi imalı sözlerle kıyaslama yapmak...

9 Aralık 2013 Pazartesi

Çocukta beyin gelişimi 3 yaşında tamamlanıyor

Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Pediatrik Rehabilitasyon Birimi’nden Fizyoterapist Özcan Kalkan, çocukta 3 yaşında beyin gelişiminin, 16 yaşında ise vücut gelişiminin tamamlandığını söylüyor.

‘Çağdaş spastik çocuk tedavisi nasıl olmalı?’ konulu panelde konuşan Kalkan, yaptıkları tedaviyi şöyle anlatıyor: “0-1 yaş arasındaki vücut gelişimi olan çocuklarda sadece fizyoterapi uyguluyoruz. Beynin gelişimini sağlamaya çalışıyoruz. 1-3 yaş arasında ek olarak botoks uygulamasından yararlanıyoruz. 3 -16 yaş arasında çok sayıda spastik cerrahi uygulama ve ortopedik girişimler var. Kasılma olan kasa hareketi öğretebilirsek, bükme ve eğme hareketini beyin kendi emredebilirse tedaviyi yapmış oluruz. Bu da beynin şekil değiştirmesiyle oluyor. Bu noktada çocuğu hareket ettirmeye ihtiyaç duyuyoruz...

4 Aralık 2013 Çarşamba

Beyninizi şarj etmenin yolları



Erken saatte hafif bir akşam yemeği yiyin: Akşam saatinde hafif bir akşam yemeğinin sağlığınıza birçok faydası vardır, kilo vermenize de yardım eder. Aynı zamanda beyninizi şarj eder. Erken yemek daha iyi uyumanızı sağlar, çünkü midenizin yiyecekleri daha iyi sindirmesi için daha fazla zamanı olur. Beyninize daha yoğun bir enerji akışı sağlar.
Daha fazla badem: Süper yiyecek olan bademin sağlığınıza sayısız faydası vardır. Antioksidan olan E vitamini açısından zengin olan badem yaşlandıkça bilişsel zekanızın azalmasını önler. Ayrıca amino asitler ve vücudunuz için gerekli yağlarla dolu olan badem beyninizin odaklanmasına yardım eder. Ancak çok fazla yememeye dikkat edin, çünkü 20 tane bademde yaklaşık 150 kalori vardır.
Elma suyu için: Bir araştırmaya göre, elma ve elma suyu vücudun gerekli nörotransmitter üretimine yardım ediyor. Bu da hafızanızı destekler ve bilgileri saklamanıza yardım eder. Elma ve elma suyu aynı zamanda beyninizi korur, Alzheimer riskinizi azaltır.
Her gün B12 vitamini tüketin: Sadece beyninizi şarj etmeyen B12 vitamini beyninizin boyutunu da geliştirir. Yaşlandıkça beyniniz küçülür, bu durumla B12 vitamini savaşır. Bu vitamin öğrenmenize, konsantre olmanıza, kritik düşünmenize yardımcı olur.
Okuyun: Okumak zihniniz için bir kurtuluş demektir. Bir araştırmaya göre, kitap okumak zihinsel stresinizi yüzde 68 oranında azaltır. Kitap okurken günlük hayatın stresinden, koşuşturmasından uzaklaşırsınız.
Bir hobiniz olsun: Zamanınızı ve dikkatinizi bir uğraşa verdiğiniz zaman, günlük stresten uzaklaşırsınız. Beyninizi yeniden şarj edersiniz. İster yazın, ister resim yapın bir şeylerle meşgul olursanız beyniniz şarj olur.
Egzersiz ya da spor yapın: Beyninizi şarj etmenin en verimli yollarından biri egzersizdir. Daha fazla odaklanmanıza ve disiplinli hareket etmenize yardım eder ve uzun sürede beyninizin strese karşı kendisini daha hızlı toparlamasına yardımcı olur.
Dışarı çıkın: Çok fazla yapay ışığa maruz kalmak beyin enerjinizi tahrip eder, dikkatinizi olumsuz etkiler ve hatta uyku kalitenizi bile bozar. Bu nedenle beyninizi şarj etmek için daha fazla doğal ışığa çıkın, dışarıda dolaşın.
Aynı anda birden fazla görevi yerine getirmeyin: Aynı anda birden çok şeyi yapmaya çalıştığınızda çabuk sıkılır, boğulursunuz. Buna rağmen bir anda çok iş yapmak verimliliğinizi etkiler, beyniniz üzerinde de etkisi çoktur, beyninizin daha iyi çalışmasını sağlar. Ancak bunların yanında sizi hata yapmaya sevk eder ve hayatınız daha fazla stresli olur.

2 Aralık 2013 Pazartesi

Çocukların isteklerini ağlayarak yaptırmasına izin vermeyin!

Memorial Hizmet Hastanesi Psikoloji Bölümü'nden Uz. Psk. Sevda Sevimli Yurtseven, sürekli ağlayan çocuklar için anne babalara önerilerde bulundu. Yutseven, "Çocuğun ağlamasına kıyamayıp hemen istediğini yapmak veya 'dokunma, yapma' gibi kuralcı söylemler, çocuğun duygularını ve istediklerini sürekli ağlayarak belirtmesine neden olmaktadır." dedi.
Sürekli ağlayan ve her istediğini bu şekilde yaptırmak isteyen çocuklar, anne babaların bundan rahatsız olduğunu belirten Uz. Psk. Yurtseven, "Bebekler ihtiyaçları için ağlayarak haber vermektedirler, zamanla ihtiyaçları karşılandıkça beklemeyi öğrenirler. Bebek, 1 yaş gibi hareket kabiliyetinin gelişmesiyle birlikte; özgürlük, özerklik, bağımsızlık için çabalarken, ebeveynler bebeğe zarar gelmesinden korkarak sınırlamalar getirmeye, kuralları öğretmeye çalışmaktadır." ifadelerini kullandı.
İki yaş civarında ki çocuklarda inatçılık ve ağlamanın çok sık görüldüğünü aktaran Yurtseven, "Özellikle 2 yaş civarında hem anneye bağımlılık hem de özerk bir durum vardır. İnatçılık ve ağlamalar bu dönemde çok sık görülmektedir. Öncelikle bu dönemde çocukların hareketli, keşfedici, karıştırıcı ve ısrarcı olduklarını bilmek gerekmektedir. Ancak bu olumsuz özellikler geçicidir. 3 yaş gibi daha uyumlu, kurallara uyan beklemeyi bilen bir çocuk ortaya çıkmaktadır." diye konuştu.

Yasaklar konusunda kesin ve kararlı olmalı diyen Uz. Psk Yurtseven, "Çocuklar çok çabuk öğrenirler ve unutmazlar. Örneğin çocuk şeker istediğinde, anne baba bunu istemediğini belirttiği halde çocuk ağlamaya başladığında sussun diye veriyorsa çocuk ağlama yolu ile istediklerini yaptırabileceğini öğrenmiş olur. Ödüllendirmeyi yanlış yapmamak için öncelikle yasaklar konusunda kesin kararlı olmak ve tutarlı davranmak önemlidir. Tutarlı davranış için eşlerin ortak kurallarda anlaşmaları ve bunları uygulamaları gerekmektedir." dedi...

30 Kasım 2013 Cumartesi

Tolstoy Ve İç Hesaplaşmaları

Lev Tolstoy 28 Ağustos 1828’de Janaya Poliana’da isminin verildiği Moskova yakınlarında, içinde yedi yüz köle çalışarılan kocaman bir çiftlikte doğdu. Rusya’nın
En büyük ve en köklü ailesinden biri olan Tolstoylar, aynı zamanda en zenginlerinden de idiler. Babası büyük Piyer, Osmanlı elçiliği vazifesinde bulunmuş mühim bir ata’nın çocuğuydu. Annesi, Bolkonski ailesinden bir prensesdi.

Tolstoy, böyle bir debdebe, böyle bir zenginlik içinde gözlerini açtı. Gerçek hayatı geçici zevklerde aramayacak kadar zeki ve akıllı idi. Fakat annesini üç yaşında ve her şeyden çok sevdiği babasını dokuz yaşında kaybedince ölüm korkusu ve tevahhuş, Tolstoy’u o ufacık yaşında perişan etti. Bundan sonra onu iki akraba kadın büyütecektir. İkisi de son derece iyi kalpli, son derece dindar, son derece candan idiler. Onların yanında biraz olsun saadeti tatmıştı.

Tolstoy diğergam bir ruh asaletine sahipti. Daha küçücük çocuk iken kendisini birazcık mesut hissetti mi, hemen mesut olmayan insanları hatırlar, ağlamaya başlardı. Atının boynuna sarılır, canını acıttığı için ondan özür dilerdi. Bazı hikâyeler uydurur, kendi hikâyelerine kendi ağlardı. “Hatıralar isimli eserinde o günlerini şöyle anlatır: “İlk senelerin bu kaygısızlığı acaba bir daha dönecek mi? O ateşli dualar nerede? Rikkatin temiz yaşları, bu kıymetli Allah hediyesi nerede? Hayat ayakları altında kalbimi bu derece çiğneyip ezdi mi ki; yazık, bir daha bu heyecanları, bu taşkınlıkları duymayacağım’. Çocukluk devri böyle geçerken, 1843’de Darülfünunun Şark lisanları Fakültesine giriyordu. Şark dillerine büyük alaka duymakta idi. Bunun için önce Arap ve Türk dilleri bölümünü seçti. Sonra lisancılığı bırakıp hukukta okumayı kendisine daha müsait buldu. Fakat artık o dönemde çocukluk günlerinin dindar Tolstoy’u değildi. 17 yaşında iken artık kiliseye inanmıyordu. Bununla birlikte inandığı bir şey vardı; bu da manevi mükemmelleşme idi. Kendisini manen ruhen mükemmelleştirmeye son derece gayret ediyordu. “İyi olmak istiyordum, fakat iyiliği ararken çok gençtim ve yalnızdım”. Bunu gerçekleştirmek için aynı sene içinde hem “storik” olup kendi kendine bedenine işkenceler yapıyor, hem “epikür” cü olup bütün bütün bedeni hazlara dalıyor mütemadiyen kendisini saadete ulaştıracak yolu arıyordu. 1847 senesinde üniversiteyi bırakıp baba ocağı Jasnaya—Poliana’ya gitti. 1851 senesine kadar orada kaldı. Böylece halkla yakın bir rabıta içine girdi. Fakirlere yardımda bulunmak, iyilik etmek için çalışıyordu. Fakat bu işlerin de kendisini tatmin etmemesi ve aradığı saadeti burada da bulamaması onun necata etmek için yeni bir yola girmesine sebep oldu. Bu yol askerlik idi. Böylece 23 yaşında iken Kafkasya’ya gidip orduya intisap etti. Kafkas dağlarında, biraz kendisine gelir gibi oldu. Rus yazarlarının hemen hepsi Çernişevski’nin “Ne yapmalı?” sorusunu kendilerine sormuştur. Tolstoy Kafkasya’da iken bu soruyu kendisine bir çıkış, bir selamet yolu bulmak, sıkıntılarından, buhranlarından kurtulmak için soruyor, gerçeği sadece düşünce yolunda ilerleyen bir feylosof gibi değil, içinden gelen ölüm korkusuna çare bulabilmek gayesiyle arıyordu. O zamandan kalma bir kâğıt parçası büyük yazarın “Bilinmeyen Sorularını “açığa vurmaktadır. Tolstoy şu altı suale karşılık bulmaya çalışıyordu:

1) Niçin yaşıyorum?
2) Varlığımın ne gibi bir gayesi vardır?
3) Başkalarının hayatının ne gibi bir gayesi vardır?
4) İçindeki iyilik—kötülük duyguları arasındaki bu ikilik ne demektir? Bunun sebebi nedir?
5) Nasıl yaşama1ıyım?
6) Ölüm nedir? Kendimi nasıl kurtarabilirim?

Bu soruların neticesinde Allah’ı yeniden buldu. Şimdi yine dindar bir Tolstoy vardı karşımızda. Fakat fikirleri inançlarının gerisinde kalıyor, onlara yetişemiyordu. Bedeni hazlarını yenememişti. İhtiraslarıyla dini örtüşü arasında bir harb vardı. “Günlük” ünde bu ihtiraslarını şöyle sıralıyordu:

1) Kumar arzusu… (Yenilmesi mümkün)
2) Cinsi ihtiras… (Yenilmesi pek güç)
3) Gurur… (Hepsinin en korkuncu)

Tolstoy yazı yazmaya da, burada başladı. “Hatıralarım” ın çocukluk devresine müteallik kısmını bitirmişti. Askerliğe rağmen mütemadiyen yazıyor, kalemini elinden bırakmıyordu. “Sivastopol”’ Hatıralar”“Kazaklar”, “İstila” ismindeki kitaplarını muharebe esnasında telif etmişti. Sonra askerliği de bıraktı. Arayış devam etmekte idi. Bu arada en sevdiği kardeşi olan Nikola’nın kendi kollarında can vermesi üzerine, yok olma korkusu kendisini yeniden sarmış, inançların zayıflatmıştı. İtiraflarında der ki:

Hayatta kıymet verdiğim şeylerin hepsi yok olmuştu. Şu halde niçin yaşayacağım? Hayat durdu. Bugün yarın hastalık ve ölüm de gelecek. Zaten sevdiklerimden birçoğuna geldi de. Taaffünden ve böceklerden başka bir şey bitki değil. İnsan ancak hayatını sarhoş olduğu zaman yaşayabilir. Ben de ölüm ejderinin biz gün gelip beni parça parça edeceğini bil, bile hayat dalına sarıldım. Aile hayatı, birlik, sanat dediğim şeyler artık bana tatsız gelmeğe başladı. Bu his korkunçtu. Bu korkudan kurtulmak için kendimi öldürmek istedim. İçinde kaldığım karanlığın dehşeti tahammül edilmeyecek kadar büyük. Kendimi bundan, bir kurşunla kurtarmak istiyordum”.

23 Eylül 1862’de Tolstoy artık evliydi. Bir süre evlilik kendisini düşünmekten alıkoyduğu için mesut yaşadı’ Fakat sonra ızdıraplar başlamıştı ve tekrar aynı sorular... ‘Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Hayatımın gayesi nedir? İyilik nerededir? Fenalık nerededir? Pekala! Zengin, meşhur vesaire olayım, fakat sonra? Bugün yaptığımdan, yarın yapacağımdan ne çıkacak? Niçin yaşamalıyım? Niçin bir şey yapmaktayım? Hayatta beni bekleyen zaruri ölümün,mahvetmeyeceği bir gaye var mıdır?...’

‘Hayatımın istinat ettiği boş şeyin içimde kırıldığını; dayanacak, tutunacak bir yerim kalmadığını görüyorum...”

“Şu halde kendini öldür, böyle muhakemeler yapmaktan kurtulmuş olursun. Hayat hoşuna gitmiyor öyle mi? O halde kendini öldür… Mademki, yaşıyorsun ve hayatın manasını anlamıyorsun, o halde ona nihayet ver ve onu anlamadığını söyleyerek, tasvir ederek, hayat meydanında dönüp durma.’

“Hayatın manzarası seni iğrendiriyor mu? Pekâlâ! Öyleyse defol git!”
Tolstoy hem hayatı terk etmeyi düşünüyor, hem de ondan bir şeyler bekliyordu. Bu korkunç mücadele esnasında kulağını bir ses tırmalayıp duruyordu.
“Hayatın manasını anlamağa muktedir değilsen; düşünme, sadece yaşamakla iktifa et.” Başka bir ses ise buna cevap veriyordu:
“Bunu yapamam. Çünkü şimdiye kadar çok uzun müddet böyle hareket ettim.’
“Hayatın manası! Hayatın manası nerede? Hakikat nerede? Hakikat, ölümdür.” Fakat o zaman da fıtratındaki kendi varlığını muhafaza hissi kulağına fısıldıyordu:
“Hayır, hakikat ölüm değildir; hayat- tır.”
“Fakat bende artık yaşamak kudreti kalmadı ki!... Hayatın manasını kaybetmiş bulunuyordum.’’
“O’nu aramaya devam et, bir yenisini bulursun...”
Sonra hayatın manasını tekrar arıyor.

“Onu uzun zaman türlü ızdıraplar içinde aradım. Mahvolduğunu gören ve kendini kurtarmağa çalışan bir insan gibi arıyordum, fakat hiçbir şey bulamıyordum.’’ Ailesi, edebi eserleriyle avunup oyalanmak onu tatmin etmemişti.

“Zalim hakikate karşı uzun bir zaman gözlerimi perdeleyen bu iki damla bal, yani ailem ve sanat, benim için artık bütün bütün tadını kaybetmişti.”

“Ailem; fakat ailem, karım, çocuklarım onlar da insandır; onlar da tıpkı benim vaziyetimde: Ya yalan içinde yaşayacaklar yahut korkunç hakikati görecekler... Onları seviyorum; binaenaleyh hakikati kendilerinden saklamaya imkân yok; ilimde atılan her adım, hayatta atılan her adım bizi bu hakikate doğru götürüyor. Hakikat ise ölümdür. Sanat ve şiir; süsten, hayatın boş cazibelerinden başka şeyler değildir, onlar hayatın manasını izah etmiyorlar.

Felsefeye gelince bu davada ondan da bir hayır yok!”
Nihayet Tolstoy kafasını çatlatırcasına meşgul eden bu meselelere bir çare bulur:
“İnsana yaşamak imkânını yalnız iman verebilir. Hangi dine mensup olursak olalım, iman bize hayatımızın görünüşte muvakkat fakat hakikatte nihayetsiz olduğunu; ne ızdırabın, ne mahrumiyetlerin ve ölümün onu mahvetmeye muktedir bulunmadığını söyler. Bunun manası şudur ki, insan hayatın manasını ve imkanını ancak imanda bulabilir”

Tolstoy kendisini bu fikre sevk eden hadiseyi itiraflarında şöyle anlatır:
“Bir bahar günü ormanda yalnızdım. Onun esrarengiz seslerine kulak veriyordum ve zihnim uzun zamandan beri mütemadiyen kendini meşgul eden meseleye dönüyordu: ALLAH’ı ARAMAK.

— Pekâlâ, kabul edelim ki Allah benim bütün hayatım gibi bir realite değildir ve bir mücerred fikirden ibarettir ve böyle olmayan bir Allah yoktur. Fakat benim mütemadiyen aramakta olduğum Allah fikri... Peki, bu fikir nereden doğdu? Bendeki bu Allah fikrinin varlığı, Allah’ın varlığını ispat etmez mi? Bu düşünce ile beraber bende hayata karşı bazı sürurlu temayüller doğdu; ruhumda pek çok şey uyandı ve her biri birer mana kazandı… İmanımı kaybettiğim zaman sanki yaşamıyordum. Ben ancak Allah’ı aradığım zaman hakiki bir hayat yaşıyordum.

“—Pekala; öyleyse yaşa ve Allah’ı ara! Yaşamak, Allah’ı aramak demektir. Allah’ı aramak demek ise hayattır… Su zamandan sonra her şey etrafımda ve içimde yeniden aydınlandı ve bu ışık bir daha beni terk etmedi.”

Böylece Tolstoy, hayatını yeni bir esas üzerine kurmak, bu esası da yalnız kendi milletine değil bütün insanlığa bir hayat görüşü, bir kurtuluş yolu olarak belletmek sevdasına kapılmıştı. Tolstoy’un bu yeni yolu ise hakikatte, yeni baştan gözden geçirilmiş ve molozlardan sıyrılıp temizlenerek ilk saf haline sokulmak istenen Hıristiyanlıktır. Tabii bunu zihninde bir tahayyül biçiminde tasavvur ediyordu… Bu günkü Hıristiyanlık onun kafasını karıştırmış ve hiçbir şey anlamamasına sebep olmuştu.

“Sabah akşam ayinlerde diz çöküyordum: Oruç da tutuyordum. Fakat ayinlerin üçte ikisinden bir şey anlamıyordum. Onlardan zorla bir mana çıkarmaya çalıştıkça kendimi aldattığımı, binaenaleyh Allah’a olan münasebetlerimi ihlal ettiğimi ve inanmak kabiliyetimi büsbütün kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum.’’

O, zamanın kilisesinden nefret ediyordu. “Dogmatik İlahiyatın Tenkidi” (1881) isimli eserinde kiliseyi yalnız saçmalıkla değil, çıkar düşkünü yalancılıkla da suçluyordu. Kendi yolunu seçmişti artık. Muammalardan arınmış, insan tabiatına müsait bir Hıristiyan dinin arayıcısıydı. Şimdi biraz kendine gelmiş gibiydi. Artık önüne gelene şöyle söylemektedir:
—Mazideki hatıralarımı bıraktıktan, hayatın manasını anladıktan sonra çok mesudum.
— Bu saadet neden ileri geliyor?
— Allah’ın iradesini yerine getirmekten...
— Allah’ın sözünden ne anlamak lazımdır?
— Vicdanımda duyduğum, hayırla andığım ve idealimdeki Yaradan...
— İdealimiz ne olmalıdır?
— Birbirimizi sevmek ve kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyi başkalarına yapmamak.

Tolstoy’un Hıristiyan kiliselerini tenkit etmesiyle birlikte bütün dinlere hürmet göstermesi, kendisine doğuluların, bu arada müslümanların sevgisini kazandırmıştı. Batılılarla birlikte birçok doğulular, pek çok müslümanlar ona sayısız mektuplar yazıyorlardı. Gandi de bunların arasında idi. Bu vaziyet karşısında hükümeti, hatta Çar’ı bile yazılarıyla yerden yere vurduğu halde, ona dokunmuyorlardı.

Şimdi daha ihtiyardı. Artık yaşadığı hayatla mücadele edemeyecek kadar yaşlanmış, bitkin düşmüştü. İçinde bulunduğu muhit, düşünmemek için kendilerini eğlenceye vermiş insanlarla doluydu. Ne kadar kaçsalar da onları gölgeleri gibi takip eden ölüm gerçeğine yaklaşıyorlardı. Ve Tolstoy bu sahteliklerle, yapmacıklarla dolu olan cemiyetten tiksiniyordu.

Kızının sekizinci yaş gününde davetlilerin geliş gidişleri, şarkılar, gevezelikler yüzünden yorgun düşen Tolstoy, kızına ‘Ruhumda bir ağırlık var’ diye dert yandı. Günlüğüne “İçimde müthiş bir gitme arzusu var” diye yazdı… Temmuzun başlarında ise şöyle yazıyordu: “Kaçmaktan başka çare yok. Şimdi bunu ciddi olarak düşünüyorum. Haydi, göster kendini:” 28 Ekim günü ortalık ağarmadan kalktı, giyindi, öteberilerini topladı ve arabacısına bir araba koşmasını söyledi. Anlaşıldığı kadarıyla Cenub illerine varmak, oradan da Bulgaristan, Sırbistan gibi İslav memleketlerin gitmek istiyordu. Lakin yolda Astapora İstasyonunda hastalandı. Kaçışa devam edebilecek halde değildi. Acele yatırılması gerekiyordu. İstasyon Şefi, dairesini ona ayırdı. Tolstoy hasta yatağında ateşler içinde kıvranırken dünyanın bütün gazeteleri onun kaçış hikâyesini anlatmaya başlamışlardı. Karısı, kızları, oğulları, dostları, fikir arkadaşları meraklılar, gazeteciler, sinema operatörleri, jandarmalar var hızlarıyla küçük istasyona koşuyorlardı. Kalabalıktan, şandan, şöhretten kaçan Tolstoy, işte gerek kalabalığın ortasında, şanın, şöhretin, en yüksek zirvesindeydi. Fakat şöyle inliyordu: “Yeryüzünde acı çeken milyonlarca insan var; ne diye hep birden burada yalnız Lev Tolstoy’la alakadar oluyorsunuz?” İki gün sonra güç anlaşılır bir sesle “Hep bön... Hep bu nümayişler. Yeter! İşte bu kadar” diye söylendi. Ertesi gün 7 Kasım 1910’da saat sekizi beş geçe küçük istasyonda, Tolstoy son nefesini verdi. Büyük hatası, bozulmamış dini yani fıtri hakikat İslamiyet’i, bozulmuş olan Hıristiyanlıkta araması olmuştu.

Diğer insanlardan farklı olarak yepyeni şahikalara çıkmak için ömürleri boyunca çok defalar buluğa eren dehanın çocuklarında, bir o kadar da buhranlar görünür. Aslında o devreler yeni doğuşların sancılarıdır. Eğer İlahi inayet ve ilham yüklü telkinler onlara rehberlik etmezse neticede “ölü doğum” kaçınılmaz olacaktır. Daha da kötüsü bu velud dimağlar yıllar boyu, insanları bunalım ve tedirginliklere itecek tehlikeli fikirleri de vazederek, nesillerin beyinlerini parça parça ederler.

Evet, bu dâhilere mürşit ellerin uzanmaması neticesi, çeşitli paradoksların arasında bir türlü aydınlık kapının yolunu bulamayıştan, usta kuyumcuların ellerine geçmeyen bu cevherlerin toprak altında bir hazine gibi çürüyüp gitmeleri ne kadar hazindir. Ah, keşke bunlara bir yol gösteren olsaydı!

Eğer Tolstoy da, Göthe kadar olsun İslam gerçeğinin berrak çehresiyle yüz yüze gelmiş olabilseydi, kim bilir, edebiyat dünyasına neler hediye edecek ve ruhunun derinliklerinde tebessüm eden nice incileri gözlerimizin temaşasına sunacaktı. Evet, Tolstoy da bir karanlıktan bir diğerine seyahat eden nice kabiliyetler ve rehbersizlikten başını taştan taşa vuran pek çok hakikat arayıcıları için, bir kutup yıldızı bile olabilirdi...

26 Kasım 2013 Salı

Diyetin temeli, davranış değişikliği tedavisi

Fazla kilolarla sorunu olan ve diyet uygulamak isteyenler için öncelikle ‘davranış değişikliği tedavisi’ öneriliyor.
Özel Rentıp Hastanesi Diyetisyenlerinden Hare Kavukoğlu, davranış değişikliği tedavisini, 'yemek yeme ve fiziksel aktivite ile ilgili olumsuz davranışları olumlu yönde değiştirmek' şeklinde ifade ediyor. Olumlu davranışları ise pekiştirerek yaşam biçimi haline getirmenin amaçlandığını belirten Hare Kavukoğlu, tedavinin önemine dikkat çekiyor.

Davranış değişikliği tedavisinin basamaklarını, "Kendi kendini gözlemleme, uyaran kontrolü, alternatif davranış geliştirme, pekiştirme, kendi kendini ödüllendirme, bilinçsel yeniden yapılandırma, sosyal destek." şeklinde sıralayan Kavukoğlu, basamakları şöyle örneklendiriyor: "Uygun olmayan beslenme alışkanlıklarından vazgeçmek (kola içmeyi bırakmak). Vazgeçilemeyen beslenme alışkanlıklarını azaltmak (kola içmeyi azaltmak). Uygun beslenme ve fiziksel aktivite alışkanlıklarını sağlamak ve tekrarlamak (kola içmek yerine ayran içmeyi tercih etmek)... 

18 Kasım 2013 Pazartesi

ARZ-I HÂL



Sultanım affedin âlemi aşkla yakamadı kulunuz,
Hiç değilse bir damla gözyaşı olup akamadı kulunuz.

Ne varsa eridi, aşka vefa, size vefa, nura vefa,
Ama gölgelere takılmayı bırakamadı kulunuz..

Bir denizdi benliği ve içinde boğulmadaydı,
Fırsat bulup alemin derdine bakamadı kulunuz..

Ne hatırı kaldı kırılmadık ne ümidi dostların,
Bir tek nefs adlı duvarı yıkamadı kulunuz..

Dünya kıvranırken arsız ve kara bir isyan içinde,
Rehber olup da alemi peşine takamadı kulunuz.

Uykular uçuracak cihan dolu dertler varken,
Nice sabahlar güneşten önce kalkamadı kulunuz..

Hiç değilse bir damla göz yaşı olup akamadı kulunuz,
Sultanım affedin âlemi aşkla yakamadı kulunuz…

Said Savaş

16 Kasım 2013 Cumartesi

Fıstık ezmeli Alzheimer testi

Alzheimer olup olmadığınızı anlamak için bir çay kaşığı fıstık ezmesi yeterli. Bilim adamları, koku testi ile alzheimer riskinin tespit edilebileceğini açıkladı. Bu testi mentol, fıstık ve sabun ile yapmak mümkün. ABD 'nin Florida Üniversitesi McKnight Beyin Enstitüsü Koku ve Tat için Merkezi'ndeki araştırmacılar; hastalığın erken dönemlerinde insanların sol burun deliğinden koku alamayınca alzheimer'a yakalanma risklerinin arttığını açıkladı. Zira koku alma merkezi bozulması alzheimer işareti.

ÖNCE SOL HEMİSFER ETKİLENİR 

Fıstık ezmesinin keskin kokusu nedeniyle bu test için en ideal madde olduğu ifade ediliyor. Yapılan testlerde alzheimer hastalarınınburnun sol tarafında yapılan 20 santim testinde kokuyu alamadıkları görüldü. Araştırmacılar bu durumu "Alzheimer hastalığında ilk etkilenen sol hemisferdir. Daha büyük bir dejenerasyon gösterir" diyerek açıkladı. 

KOKLAMA EKSİK BEYİN HASARI SONUCU 

Doç. Dr. Serdar DAĞ (nörolog): Koklamadaki eksiklik beyin hasarından kaynaklıdır. Demans yani bunama beyin hasarı ile oluşan bir hastalıktır. Alzheimer demansın bir türüdür ve beyin hücrelerinde henüz tam bilinmeyen sebeplerden dolayı ilerleyici ve kalıcı hasar oluşur.Bu hasarlı dokuların içinde koku algılamasına yardımcı hücreler de vardır ve o hücreler de zarar görür. 

9 Kasım 2013 Cumartesi

Intra-family violence and Islam


The beating of women by their husbands, as a specific case, and intra-family violence, as a broader problem, has long been seen as the Achilles’ heel of Islam by the critics of Islam.

The mentality of some Muslim husbands who think that they are entitled by Islam to beat their wives is one of the strongest arguments asserted by such critics. Is this true? This argument is the outcome of approaches driven by hostility that rely completely on prejudice, ideological perspective and an overall denial, in a word, completely false.

We can come up with several explanations to this. Let us first discuss the following with a dialectical perspective: the number of cases of women beaten by their husbands in Western countries is no less than those of similar cases in Islamic countries. The studies and surveys conducted in this area have clearly proven this is the case. Moreover, the theories that advocate a correlation between lack of education and male tendencies to beat their wives have been disproved by the fact that instances of beating are seen among men with higher levels of education. I do not want to inject too many statistics into the article. Those who are eager to find out more about this may conduct a search on the Internet to have access to many papers, articles, polling company surveys, human rights reports or academic theses. Thus, it is perfectly safe to argue that men beating their wives is a problem not specific to Islam or Muslim families, but one that relates to the whole of the world, past and future, and is removed from religious, linguistic or racial differences.

Leaving aside dialectics, let us return to our main topic: It is an undeniable truth that in some Muslim families, husbands beat their wives, for whatever reason or justification. However, it would be wrong to argue that this truth is specific only to Islam. It is virtually impossible to find strong evidence to support this practice from Islamic sources in the Quran or authentic traditions of the Prophet or other religious sources which bind all Muslims. As you might appreciate, not all Muslims put what Islam preaches into practice. Occasionally, theory is not translated correctly into practice. The main factors that ensure this translation include faith, the role of faith in shaping our decisions and actions, fear from hell, wish for paradise and hope to see God’s beauty in the hereafter. 

From this perspective, a Muslim man beating his wife can be regarded as a deviation from the correct translation of theory into practice. Human nature and customs and traditions which are not approved of by religion provide a basis for such deviations and support existing practices.

At this point, I would like to take you to a friendly meeting that I attended last week. You, too, can see -- imagine yourself as a member of that meeting to the point your imagination can go, and you will be able to hear what was spoken there. Due to its significance, I will try to convey, as best I can, the conversation.

As you might predict, this meeting was with added significance and profound meaning because it was attended by Fethullah Gülen. This was an intimate assembly of seven or eight people. Early in the morning, the exchange started about smoking, and we talked about the harm of it, the bases of different rulings by different Islamic scholars about smoking, and the impact of the harmful effects of smoking on these rulings, etc. Then I heard Mr. Gülen utter a sentence that might inspire a whole article. He said:

“Nonsmokers who share the same atmosphere with smokers should open lawsuits against smokers, seeking compensation for the damages they suffer. If the smoker is a father, his nonsmoking wife or children should be able to launch such a lawsuit.” One week after this conversation, I completely accepted what he said and even found some evidence in Islamic law to support his argument, but when I first heard it, it had sounded so new and surprising to me. Not only me, but others were also surprised. The silence that followed this mind-blowing assertion assumed another question: “Isn’t this a very radical argument?” He retorted, “If it is, then I have other radical ideas as well.” In the elegant style of what older people call a “wise answer,” this meant, “No, it is not radical.”

What he said when we further inquired into his assertion, asking: “What are those other radical ideas, then?” forms the basis of this article on husbands’ beating their wives. “For instance,” said Mr. Gülen, “I would suggest that women beaten by their husbands should seek a divorce if they have no children.” This proposition was as shocking as the first one about suing a smoking father. This is because in terms of Islamic law, this represents a judicial opinion about divorce. In other words, a husband beating his wife may serve as a reason for an action to be brought by the wife seeking divorce. However, in classical or modern literature on Islamic law, you cannot find any reference to a woman being beaten by her husband as a legitimate reason for divorce. If you find this sentence too generalizing, then I can at least say that in my studies of Islamic law, I have not come across any approach to Islamic law that regards a husband beating his wife as an acceptable reason for divorce. On the contrary, I have read some rulings that have suggested that if the wife is the source of marital discord, the wife may be slightly beaten by her husband for the sake of a continuation of familial union and a reintroduction of peace.

However, his words should be not interpreted to imply that those women who have children should not divorce but continue to be beaten. Here, the important point is that beating can serve as a justification for a divorce. Naturally, the final decision about whether to bring about a divorce will be taken by the woman.

Mr. Gülen continued: “Is a husband beating his wife any different from the philosophy that upholds the strong oppressing the weak? Can you provide me with an example from the Prophet’s life showing that he, peace and blessing be upon him, beat his wives even slightly? Did Abu Bakr, Umar or other companions of the Prophet ever slap their wives after they became Muslims? Then, we can say that they abandoned everything that belonged to the time of complete ignorance.”...

6 Kasım 2013 Çarşamba

Wagner: With Gülen, the key is love


n his recent book, “Beginnings and Endings -- Fethullah Gülen’s Vision for Today’s World,” Professor Walter Wagner shares his insights about Gülen’s take on Islamic eschatology and the challenges of the contemporary word. According to the Wagner, the world is faced with a leadership crisis whose resolution could fulfill the prophetic message of love to human beings. In the last century, the world suffered under authoritarian leaders who were unable to meet the needs of the people.

Wagner says: “There was a Hitler, there was a Stalin, and there was an Osama bin Laden. We must be very careful and we must examine the heart. In Gülen’s case, the key is love. If the charismatic leader does not lead you to love, does not lead you to acceptance, you should be careful. We live in a world where people are hungry for leadership and, in this country, hungry for leadership and the end of stalemates. We need to say we need leadership. Some of that will be God-given, but also cultivated. [It is] cultivated in the mosques, in the schools, in the churches and synagogues, and it means not fearing the other person. That’s key. Gülen is not afraid.”

Today’s Zaman interviewed Wagner about his recent book and his insights about Fethullah Gülen.

How did the idea to write a book about Mr. Gülen arise?

I have a number of students at the Arabian Theological Seminary at Bethlehem. I also teach at the Lutheran Centre. I am a Christian, I’m a Lutheran-style Protestant Christian and I have a number of Turkish Muslim students who are members of Hizmet, are inspired by Hocaefendi Fethullah Gülen. I also had the honor -- I don’t know if that’s right [to say that I had dinner with Mr. Gülen] -- to even have dinner, once, with him and with several others and I was very impressed by the spirituality and the depth of the man. He does have an atmosphere about him, [a] very gentle atmosphere, but yet deep. This became quite clear. And along with that, I became interested in him. [My] book on the Quran [“Opening the Qu’ran: Introducing Islam’s Holy Book”] was written before I had any contact with Hizmetor before I had contact with any Turkish community. I had been to Turkey once on a tour as a result of iftar dinners. There was a conference at Temple University, in Philadelphia, at that conference someone asked me if I’d like to present a paper. Academic 15 minutes of fame; actually it was squished down to 12 minutes since I was the last one and told, “Hurry up, because there’s another use for this room.” It was a conference on Fethullah Gülen and his views and influence on peace, environment and the Creation. I began to think, “How could I do something?” It occurred to me that the heart of his theology and his spirituality and of the movement is in the creation of the world, the creation of human beings and the destiny of human beings and the afterlife with, “What do you do in between?” Your beginning and resurrection. It seems to me, reading him and the reading of Said Nursi, that that was the key to his thought, but in looking at the literature and in looking at what others have said, they spoke more of him and of Nursi and of Hizmet as social movements, of changing the society, dealing with curriculum and so on. And I thought, you have to see the larger picture of where this life begin, what it is all about and where it’s going and then -- also it was part of the study of the Quran that I had these materials -- it became helpful to, then, look at that and to be helped by the students.

Eschatology-related issues at center

So, you primarily focused on his vision and thoughts about the beginning of the worlds and his vision about eschatology. This is why eschatology-related issues are very central in your book. Is that correct?

Yes, especially about before the absolute end. There are two ways of looking at end, one is cut off, another one is fulfillment -- this is also Biblical, both are in the Bible, both are in Christianity and in Judaism -- and he looks for the fulfillment of this world with a role of Jesus/Isa, peace be upon him. … You don’t have to run directly to chopping off the world. … God gives us the opportunities to fulfill God’s plan in this world now. That’s one of the ideas to fight ignorance, poverty and division. It fits with the plan of Hizmet.

Is there anything you’d like to share with us about your impressions from when you talked to him?

5 Kasım 2013 Salı

Strese karşı öneriler: Mükemmelliyetçi olmayın

Günlük yaşamı kolaylaştıran teknolojinin halledilmesi gereken işlerin sayısının arttırdığı bunun stresin yanı sıra, mesleki tükenmişlik sendromu olarak bilinen burnout, depresyonun önemli sorunları beraberinde getirdiği belirtildi. Uzmanlar, bu sorunlarla mücadele için 'Mükemmeliyetçi' anlayıştan vaz geçilerek işbölümüne önem verilmesini kişinin başarılarını kutlayıp kendisini ödüllendirmesini önerdi.
Amanya'da sonuçları geçen hafta açıklanan araştırmada, her 3 kişiden 1'inin stres sorunu ile karşı karşıya olduğunun belirlendi. Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle, Almanya'nın önde gelen hastalık sigortası kuruluşlarından Techniker Krankenkasse'nin Forsa Sosyal Araştırmalar Enstitüsü'ne yaptırdığı araştırma stres ve stres kaynaklı hastalıklarda artış eğilimini doğruladığını aktardı. 1000 kadın ve erkek üzerinde yapılan araştırmada, kadınların yüzde 63'lük bölümünün stresten daha çok yakındığını ortaya koyduğu belirtildi. Erkeklerde bu oran yüzde 53 çıktı. Araştırmayla, stresin başlıca nedeninin iş yaşamı omlduğu belirlendi. Dortmund'da bir kliniğin başhekimi olan psikiyatrist Hans-Joachim Thimm şu uyarılarda bulundu: 
"Stres, mesleki tükenmişlik sendromu olarak bilinen; burnout ve depresyon artık önemli konular haline geldi. Artık tüm şirketlerde de bunlar moda kavramlar. Psikolojik nedenlerle hastalanan çalışanların sayısı son derece artış gösterdi. Şirketler buna çözüm aramak zorunda kaldı. Hastalık sigortaları da çözüm arıyor. Çünkü masraflar yükseliyor ve buna bir yanıt aranması gerekiyor." 
Alman uzman, stresin tek başına bir hastalık olmadığını ancak, sürekli stresin çeşitli hastalıklara yol açan bir faktör olduğuna dikkat çekerken şöyle dedi: 
"Strese bağlı mide-bağırsak hastalıkları, tipik sırt ağrıları, ense-omuz ağrıları, isteksizlik, hiçbir şey yapmak istememe gibi depresif belirtilere sık rastlıyoruz. Burnout'u; psikolojik ve ruhsal bitmişlik durumu olarak tanımlayabiliriz. Genelde iş ya da işle ilgili konularda oluşan uzun süreli olumsuz duygular sonucu ortaya çıkıyor." 
Psikiyatrist Thimm, son dönemde sık görülen burnout ile depresyonun birbiriyle karıştırılmaması gerektiğini, ikisinin genelde farklı tedavi gerektirdiğini vurguladı. Thimm, depresyon hastalığına yakalananların sayısında büyük artış kaydedildiğini, toplam hastalar arasındaki oranlarının yüzde 30 olduğunu belirtti. Alman psikiyatrist, kadınların erkeklere göre stresten daha fazla yakınmasının şaşırtıcı olmadığını ifade etti. Kadınların bir yanda aile, bir yanda meslek arasında, giderek daha fazla yükü omuzladığını, erkeklere göre daha az ücret aldıklarını ve mesleki ilerleme şanslarının daha düşük olduğunu belirten Thimm, "Kadınlar önlerine çıkan zorlukların nedenini genelde kendilerinde, erkekler ise, başkalarında arıyor" dedi. 
STRESE KARŞI ÖNERİLER 

Thimm, işlerin giderek yoğunlaşması, süreçlerin hızlanması, yeni teknolojiler ve sürekli erişilebilir olma beklentisi gibi nedenlerle fiziki ve psikolojik yükün giderek arttığını genelde bu aşırı yüklenmenin kişinin kendi suçu olduğunu ifade etti. Mükemmeliyetçiliğin sürekli stres durumu yarattığını belirten psikiyatrist, "Yüzde 80 yeterli. Herşeyi kendiniz yapmayın. İşi dağıtın, işbölümü yapın, erken uyarı işaretlerini dikkate alın, başarılarınızı kutlayıp kendinizi ödüllendirin" önerilerinde bulundu...

3 Kasım 2013 Pazar

Nasıl bir ihtiyar olacaksınız?

Uzayan insan ömrü, yaşlı nüfusun da artış sebebi. Ancak ülkemizde yaşlı nüfus çoğalmakla kalmıyor, alışık olduğumuz profilleriyle farklılıklar da gösteriyor. Araştırmalara göre yeni nesil yaşlılar çok daha şekilci…
Dünya Sağlık Örgütü, tüm ülkeleri nüfusun yaşlandığı konusunda uyarırken, yaşlanan topluma hazırlanabilmek de giderek daha önemli bir hal aldı. Bu amaca yönelik bir misyon üstlenen ilaç firması Pfizer, İstanbul Fuarı’nda, Uluslararası İstanbul Yaşlılık Girişimi kapsamında düzenlenen ‘Sen Çok Yaşa’ projesi ile ‘sağlıklı yaşama ve yaş alma’yı gündeme taşıdı. Proje kapsamında, Türkiye’nin yaşlanma algısını, yaşlılıktan beklentisini ve endişelerini belirlemek amacıyla bir de ‘Türkiye’nin Yaşama Bakışı Araştırması’ gerçekleştirildi. Türkiye’nin 7 bölgesinden, 30-60 yaş aralığındaki binin üzerinde katılımcıyla gerçekleşen ankete göre Türkiye’de yaşlılar ve yaşlılık algısı 4 tipten oluşuyor: ‘Dinçler’, ‘rasyoneller’, ‘geleneksel spritüeller’ ve ‘aile büyükleri’. Sonuçlara göre Türkiye’nin yeni yaşlı profili, eskisinden oldukça farklı…
Dinçler: ‘Görünüş önemli’
Sonuçlara göre yeni nesil yaşlıların yüzde 38’lik kısmını dinçler oluşturuyor. Yaşlandıklarında mevcut hayat tarzını korumak isteyen bu grup için aile ve arkadaşlarıyla evde vakit geçirmek kadar dışarıdaki hayat da önemli. Gelecekteki sağlıkları konusunda endişelenmediklerini belirten dinçler, şu anki yaşlarıyla da barışık. Bu grup aynı zamanda maddiyata önem veriyor, genç ve dinç görünüş onlar için önem taşıyor, yaşlandıklarında da bugünkü gibi bakımlı olacaklarını, genç bir görünüme sahip olmak için kozmetik ürünler kullanabileceklerini söylüyorlar. Televizyon, gazete, radyo gibi iletişim araçlarını yoğun olarak kullanan bu kesim, aynı zamanda internette de vakit geçiriyor, internette oyun oynamayı seviyor ve e-posta adresi de kullanıyor.
Rasyoneller: ‘Para her şeyi çözer’
Yüzde 28 ile en büyük ikinci grubu ise rasyoneller oluşturuyor. Onların en temel özellikleri ise yaşlılıklarını maddi açıdan garanti altına almak istemeleri. Yaşlandıklarında daha bireysel bir hayatı tercih eden bu grup için her şeyden önemli olan maddi olarak kendine yetebilmek. Bunun için de iyi bir kariyer yapmış olmanın önemine inanıyorlar, sağlıkları için başka harcamalarından fedakarlık yapmak istemiyorlar. İnternette bol vakit geçiren grup, Google kullanmanın ve internette oyun oynamanın yanı sıra internet bankacılığı da kullanıyor. Hobilerine eğilmenin önemine inanan rasyoneller, internetin yanında dergileri de daha sık takip ediyor.
Maneviyata yatkın olanlar: ‘Ayaklarımın üzerinde durayım yeter’

Yüzde 25 ile 3’üncü büyük grubu oluşturanlar ise geleneksel anlamda maneviyata yatkın olanlar. Bu gruptakiler, yaşlılıkta daha çok geri planda kalmayı tercih ediyor. Manevi hayata verilen önem öne çıkıyor. Onlar için kendine yetebilmek, fiziksel olarak kimseye muhtaç olmamak anlamına geliyor. Hobiler ya da internetten çok akraba, arkadaş, komşu ziyaretlerine vakit ayıran bu grup, dışarıdaki vaktini de daha çok ailesiyle birlikte geçirmeyi tercih ediyor...

Reflections On My First Trip to Türkiye


“What do you think of my decision to send my son to boarding school? Am I being a good father?” Wow. That’s a heavy question. Serkan, our tour guide in Izmir, translated this heartfelt question, explaining that our host, and father of four, would be sending his third son to America for his secondary schooling. I sat at the table sipping on my cool glass of the traditional yogurt drink, ayran, and could not help but feel warmed by the genuine sincerity of the question. Here was a man humble enough to ask a group of strangers whether or not they thought he was a good father. The group of Chicagoans circled around the table smiled in awe.

Last week I had the pleasure of accompanying a group of Jewish community leaders on a Niagara Foundation sponsored trip to Türkiye (Turkey). Our mission: to provide the group with windows into the Jewish experience in Turkey. One of the trip participants would describe this as, “not a Jewish trip to Turkey but a group of Jewish people traveling to Turkey.”

Our itinerary was structured around a mixture of sightseeing, touring, and face-to-face meetings with influential voices from the Jewish, business, media, and legislative communities. Our base camp was the beautiful and mysterious Istanbul from where we would depart for a multi-day excursion into Kapadokya, Izmir, and Ephesus.

For the majority of the group this was the first time to Turkey. Since we’re all about relationship building at Niagara, we want to provide something different from the traditional guidebook travel–human connection and encounter. Our intercultural trips attempt to highlight the complexities embedded in the story of modern day Turkey by giving our participants the opportunity to peel back the various cultural and religious layers of a country so famously known for its layered pastry baklava (a.k.a my pistachio crack). At the heart of these trips are encounters and interactions with real Turks in a space where the group can ask real questions.

This was my first time to Türkiye and my first time participating in Niagara’s international trips. My role for the week was to shepherd. Whether from my seat on the bus, my chair around the omnipresent dinner table, or to stand a few yards behind our pack that roamed the ancient streets of Ephesus, I studied group dynamics, monitored the morale, and took hourly head counts. For once I was in the minority: it was humbling to be a Christian male among a predominantly female Jewish group guided by Turkish-Americans and traveling in a predominately Muslim country. This was a source of great reflection, which perhaps I can explore in more detail at a later date.

We called ourselves the Dozin’ Chosen (an adaptation from a reference to the small Jewish community in Alaska). It was an apt name, considering the hours we spent nodding off in the van as it returned to our hotels after long hours of walking, meeting, and eating. Here we were on our own micro-exodus – not in search of a homeland but in search of personal development. Our days were filled with presentations on Ottoman history, its rise to glory, the Ottoman’s notable success for integrating diverse religious and ethnic communities into fully functioning and flourishing participants in the dream of empire, the empires ultimate decline. We also learned about the dissipation of a Jewish community of 200,000 before the turn of 20th century to a mere 20,000, now concentrated in Izmir and Istanbul, after the establishment of the republic.

Our group was given the opportunity to discuss and explore contemporary issues with local journalists and community leaders, most notably, on the unfortunate but ephemeral tension in current Turkish-Israeli relations. The fact is, Turkey and Israel need each other, if not for the economic benefits of trade and tourism (as our friends and experts in Turkey pointed out), then certainly for sharing in weariness on the rise of Iran’s influence in the region. With a GDP of 786 billion USD and an annual growth of 5% per year, Turkey must be looked at as a valuable ally for any country in the region. However, there seem to be two important issues that will continue to stymy economic and political development: 1) Kurdish question 2) The rewriting of her constitution.

“Yet, behind all of the politics are people.” Niagara Foundation CEO Sherif Soydan notes, “The success of Israel and Turkey relations will come the people of both countries who have shared in a rich history of positive relations. Behind the political fights are human beings that want what’s best for their families and want to see the world.”

Our group also had the chance to explore some of Türkiye’s cultural heritage and visit some of its historical gems. While its impossible to truly “immerse” oneself in a culture in only a week, that certainly didn’t stop us from trying. Some highlights included roaming the golden horn’s architectural celebrities and recounting the Ottoman conquest of what was then Constantinople in 1453, floating high above the alien landscape of Kapadokya, Indiana Jones’ing our way through the Roman and Byzantine ruins of Ephesus, devouring tray after tray of freshly cooked local meats and organically grown vegetables, and cruising down the black Bosporus.

But woven throughout the trip were experiences of people-to-people diplomacy that form the heart of Niagara’s intercultural trips. “It’s not just the places you see or the food you eat that made the trip a success,” commented one participant, “ it’s the people we were able to meet that made it memorable.” Without meeting a person you will never really understand her/his reality. The dinner at the home of a successful pastry business owner and participant in the hizmet movement (The global movement of volunteer activism and spiritual piety nourished by the writings and teachings of Muslim contemplative Fethullah Gülen) demonstrated this well.

But as we convened for an evening of face-to-face conversation and bread breaking, I witnessed the evaporation of potential skepticism towards hizmet held by a few members of the group. We sat, hands clasping hot orbs of red tea, moved as our hosts recounted their recent door-to-door distribution of fresh meat to needy families in rural Tanzania at the end of the Eid al-adha celebration. This generosity was not linked to some hidden agenda to spread the Muslim faith, but is instead, rooted in their desire to bring joy to those less fortunate. Too good to be true you may ask? No, it’s just true and good.

Seeking some solitude that night in Izmir, I slide quietly, as to be undetected, into the chair at an open-air café on a beautiful tree-lined street to watch Arsenal ultimately lose to Dortmund. A wave of clarity washed over me and I began to reflect on what I will call the Niagara process: Building relationships with one person at a time (later one of the participants would describe this as “bird by bird”). Traveling with others allows one to be stripped of his or her titles and thus becomes more receptive and attentive to the new ideas, and new information. We create the space for thinking differently.

Gülen is often quoted as saying that a bird needs two wings to fly; those of science and religion. I would like to adapt this idea in light of our recent trip. A bird needs two wings to fly: knowledge and experience. You can read and study a people, a place, or an idea from afar. However, it is only when you interact with it with the other senses intimately through dialogue, through touch, and through smell, can you really begin to understand the true essence. Only then can you fly above to see the dynamic landscape in all of its beauty.

And so, I bid farewell to the city of İstanbul/Konstantinoúpolis/New Rome; a city that successfully embodies all that her diverse country has to offer, a city that has given, for a short time, space to a group of Chicago travelers to come to encounter and learn about the culture, traditions, and experience of the so-called “other” through food, face, word (and of course lots and lots of tea).

And so, when asked by friends and colleagues about my thoughts on the country there has been one-phrase that has been coming to mind: “beautiful authenticity”. But this is a beauty that you find in something as intimate in mourning. Here there is a beauty that rests above sadness of loss is a beauty that speaks to pure unadulterated “humanity”.

Nobel Prize winner in literature and Istanbul native, Orhan Pamuk, writes of his city of Istanbullus as a people bonded to each other through hüzün. This collective experience of melancholy and of longing for something imagined (but perhaps destined for?) has injected the city with a unique authenticity.

It’s no surprise then that Istanbul’s ayat al-kursi adorned monuments and mosques reach towards the sky, attempting to emulate God’s power with its own finite creation, if only to say, “remember me!” That’s not sad. That’s beautiful! Let us look to the Masnavi of Rumi, the Anatolian poet who is so well loved in the land:

And if the rose should vanish from its sight
The nightingale will keep its beak shut tight–

The loved one’s all, the lover’s just a screen,
A dead thing, while the loved one lives, unseen.

When shunned by love you’re left with emptiness,
A bird without its wings knows such distress:

‘How can my mind stay calm this lonely night
When I can’t find here my beloved’s light?’