Popüler Yayınlar

17 Aralık 2012 Pazartesi

Bilim dünyası Türk doktoru konuşuyor


Türk bilim adamı Dr. Önder Albayram 'ın aralarında bulunduğu Almanya'nın Bonn Üniversitesi Moleküler Psikiyatri Enstitüsü ve Mannheim Üniversitesi Psikiyatri Merkezipsikiyatri k hastalıklarda çığın açan bir buluşa imza attı. Bilimadamları ekibinin, psikiyatrik bozukluğu olan yaklaşık bin 500 hasta üzerinde gerçekleştirdiği klinik çalışmalarda NCAN denilen gendeki bozukluğun manik-depresif hastalığa yol açtığı keşfedildi.

Dr. Albayram'ın da aralarında bulunduğu 10 bilim adamının bu buluşu, psikiyatrik hastalıkların moleküler mekanizmalarını aydınlatmak açısından son derece önemli görülüyor. Bu nedenle söz konusu buluş başta Amerikan Psikiyatri Dergisi olmak üzere çok sayıda bilim yayınına konu oldu. Amerikan Psikiyatri Dergisi'nin ana konu olarak işlediği keşif şimdiden çoğu bilimsel 5 bine yakın yayında yerini aldı.

"Bir Türk bilimadamı olarak bu çalışmamızı Türk toplumu ile paylaşmak beni çok mutlu edecektir." diyen Albayram, "Manik-depresif kişilik bozukluğu olarak da bilinen bu psikiyatrik hastalık, temelde duygusal yaşamı etkileyen ve kişinin davranışlarını bozan bir hastalık. Hastalığın temel özelliği, nöbetler halinde gelen manik (taşkınlık) veya depresif ataklar. Beyin kimyasındaki bozulma ile ilişkilendirilen bu hastalığın, genetik temelli bir psikiyatrik bozukluk olduğu uzun zamandır tartışılmakta idi. Amerikan Psikiyatri Dergisinde yayınlanan ve bilim çevrelerinde geniş yankı bulan bu çalışmanın en heyecan verici olan tarafı; farelerde de bulunan bu NCAN geninin genetik mühendisliği yöntemiyle değiştirilmesi neticesinde bu farelerde manik-depresyon davranış belirtileri gözlenmiş olması. Çalışmanın ilgi çekici bir diğer özelliği de normalde manik-depresyon hastalarının terapisinde kullanılan Lityum bazlı tedavilerin bu fare modellerinde gözlenen manik-depresyon belirtilerini tamamıyla normale döndürmüş olması." ifadelerini kullandı.

Almanya'nın Bonn Üniversitesi, Moleküler Psikiyatri Enstitüsü'nde çalışmalarını sürdüren ve bu önemli buluşun mimarlarından olan Dr. Önder Albayram, insanda ve farede bulunan bu NCAN geninin benzerliğine dikkat çekti. Albayram, "İnsanlarda netice veren tedavi yöntemlerinin bu NCAN geni değiştirilmiş fare modelinde benzer sonuçlar vermesi bizim için son derece önemliydi. Keşfettiğimiz bu yeni gen ve fare modeli sayesinde psikiyatrik hastalıkların moleküler ve genetik temellerinin anlaşılmasında ve etkin tedavi yöntemlerinin belirlenmesinde son derece önemli bir adım atmış bulunmaktayız." dedi. 

Çalışmanın başında bulunan psikiyatri alanında dünyaca ünlü Alman bilim adamı Profesör Andres Zimmer'e göre ise bu çalışma psikiyatrik hastalıklarla ilgili birçok gizemli ayrıntıyı gün ışığına çıkaracak.

CİHAN
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Bilim-dunyasi-Turk-doktoru-konusuyor/903772/

9 Aralık 2012 Pazar

Meme kanseri taramalarında yaş 40’a çekildi


Kanser tarama programı ulusal standartlarında değişiklik yapıldı. Buna gö-re, meme kanseri taramalarındaki 50-69 yaş aralığı 40-69 olarak değiştirildi.
Türkiye’deki kanser tarama programı ulusal standartları, ilgili meslek dernekleri ile Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı, ABD Kanser Enstitüsü, İspanya Katalan Onkoloji Enstitüsü ve Avrupa Birliği Kanser Taramaları uzmanları görüşleri de alınarak değiştirildi. Buna göre, meme kanseri taramalarındaki 50-69 yaş aralığı 40-69 oldu. Serviks (rahim ağzı) kanseri taramaları ise 30-65 yaş grubunda her 5 yılda bir pap smear veya HPV testi ile yapılabilecek. Toplum tabanlı bağırsak kanseri tarama programı çerçevesinde de 50-70 yaş aralığındaki kadın ve erkekler, iki yılda bir gaitada gizil kan (GGK) testi ve 10 yılda bir kolonoskopi yapılarak kolorektal kanserlere karşı taranabilecek. Yüksek riskli olgularda 40 yaşından itibaren tarama yapılabilecek. Her üç kanser türünde de taramalar, Aile Sağlığı Merkezleri (ASM) ve Toplum Sağlığı Merkezleri (TSM) bünyesindeki Kanser Erken Teşhis, Tarama ve Eğitim Merkezleri (KETEM) tarafından yürütülüyor. Önümüzdeki yıllarda sayıları 280’e çıkartılması planlanan KETEM’lerde, tarama kapsamındaki hizmetler için ücret talep edilmiyor. Tarama programları kapsamında, belirlenmiş yaş aralığındaki kişiler, öncelikle kanser türleri ve testler hakkında bilgilendiriliyor. Taramayı kabul eden kişilere test sonuçları bildirilerek, yönlendirme yapılıyor. Kabul etmeyen kişiler ise belli aralıklarla yeniden taramaya davet ediliyor. PINAR KAMAN ANKARA
http://beta.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?newsId=2026660

6 Aralık 2012 Perşembe

Yıldız Patlamaları: Süpernovalar


Milât'tan sonra 1054 yılında Çinliler gökyüzünde yeni bir yıldızın doğduğunu kaydettiler. Ertesi yıl bu yıldız yavaş yavaş gözden kayboldu. Bugün, Yengeç Bulutsusu olarak bilinen süpernova kalıntısı üzerinde yapılan araştırmalar, bunun 1054 yılında Çin'de kaydedilen süpernova olduğunu göstermiştir.


Süpernova nedir? 
Bir yıldızın hayatında iki önemli faktörün tesiri vardır: Kütle çekim kuvveti yıldızın içerdiği gazı merkeze doğru çekerken, merkezde meydana gelen çekirdek füzyonu ile oluşan basınç gazı dışarı iter. Yıldızın yakıtı bitince kütle çekim kuvveti daha baskın hâle gelir ve yıldızın âni çöküşüne sebep olur. Büyük kütleli yıldızlar, bu âni sıkışma neticesinde şiddetli bir patlama ile uzaya dağılır. Bu patlamalar süpernova olarak bilinir. 



Bir yıldızın süpernova şeklinde dağılacağını önceden kestirmek şimdilik zordur. Patlama gerçekleştiğinde ise süpernovanın dağılması o kadar hızlı (2–3 dakika) gerçekleşir ki, astronomların patlama ânını yakalaması neredeyse imkânsızdır. İlk patlamadan sonra şiddetli parlaklık birkaç hafta sürer. Bu hâdise uzaktan yeni bir yıldız doğuşu şeklinde algılanır. Daha sonra parlaklık sönükleşir ve gözden kaybolur. Gökbilimciler bundan sonra süpernovanın kalıntılarını incelemekle yetinirler. Bazı süpernovalarda yıldız tamamen uzaya dağılarak paramparça olur; bazılarında ise, patlamadan sonra bir nötron yıldızı arta kalır. Bunlardan birincisine 1. Tip, ikincisine ise 2. Tip Süpernova denir.


1. Tip Süpernova: Süpernovalar her ne kadar büyük kütleli yıldızların patlaması olarak biliniyorsa da, küçük kütleli yıldızlar da süpernova şeklinde patlayabilir. Hattâ küçük kütleli olanların meydana getirdiği süpernovalar daha parlaktır.



Kütleleri 8 Güneş kütlesinden daha az olan yıldızlar, ömürlerinin sonunda kırmızı bir dev hâline dönüşürler. Kırmızı dev safhasından sonra, yıldızın dış katmanları uzaya püskürür ve kütlesi 0,6 Güneş kütlesine eşit bir beyaz cüceye dönüşür. Eğer bu beyaz cüce üzerine yakındaki büyük bir yıldızdan hidrojen bakımından zengin madde akışı olursa bu, beyaz cüceyi patlayıcı bir karışıma dönüştürür. Beyaz cüce patlayarak, parlaklığı bir milyon güneş parlaklığına ulaşır. Bu tip patlamalara nova denir.



Gökteki yıldızları her ne kadar tek gibi görüyorsak da % 60'ı çift yıldız şeklindedir. Bir çift yıldızdan arta kalan iki beyaz cüce birleştiği durumda mükemmel bir yıldız bombası meydana gelir. Beyaz cücenin termonükleer bir zincirleme tepkimeyle tamamen uzaya dağılmasıyla neticelenen bu çok şiddetli patlamalar, çok uzak gökadalarda bile izlenebilir. Bunlar hep aynı eşik kütlede infilâk ettiklerinden ve patlamada ortaya çıkan enerji hepsi için aynı olduğundan gökbilimciler için standart ışık kaynakları olarak kabul edilir. Birleşen iki cüce kararlılık sınırı olan 1,4 Güneş kütlesini geçtiğinde meydana gelen yeni yıldız, kütle çekim kuvvetinin tesiri ile kendi üzerine çökmeye başlar. Bu çöküş esnasında merkezdeki basınç artar ve termonükleer reaksiyonlar başlayarak iç basıncı artırır. Yıldızın dış katmanı sert olduğundan büyük bir patlama ile bütün yıldız uzaya dağılır. Patlama ile ortaya çıkan kalıntı büyük bir hızla (meselâ 30 000 km/s) genişlemeye başlar. 1. Tip Süpernova patlaması denilen bu enerji salınımı esnasında bir milyar Güneş'ten daha büyük bir parlaklık ortaya çıkar. Başka bir deyişle süpernovanın birkaç hafta boyunca yaydığı enerji, Güneş'in hayatı boyunca yaydığı enerjiden daha fazla olur. Süpernovanın ilk ânındaki şiddeti birkaç hafta sonra azalır. Süpernova genişledikçe parlaklık da orantılı olarak azalır. Nihayetinde bir gaz ve toz bulutu olan nebülöz hâline gelir.



Yıldızın uzaklığına bağlı olarak süpernova farklı parlaklıklarda görülebilir. Yakın süpernovalar Ay kadar büyük ve parlak görünebilirken, uzak süpernovalar bazen parlak, bazen sönük bir yıldız gibi gözlenebilir veya hiç görülmeyebilir. 



2. Tip Süpernova: Kütleleri 8 ile 50 Güneş kütlesine sahip yıldızlar, küçük kütleli yıldızlara göre daha hızlı bir değişime uğrayarak nötron yıldızına dönüşür. Bu tür dönüşümlerde yıldızlarda önce hidrojen, sonra sırasıyla helyum, karbon, azot, oksijen, silikon ve demir sentezlenerek nükleer yanmanın bütün aşamaları sergilenir. Demir merkezde olur ve diğer elementler kabuklar hâlinde demiri sarmalar. Yıldızda yakıt kalmadığından çekirdek birleşmeleri de sona erer. Nükleer yanma zincirinin sonu, bu safhada özellikle kararlı bir çekirdek yapısını temsil eden demir elementiyle karakterize edilir. Merkezde yanma bitince demir çekirdek, kütle çekim kuvvetinin tesiri ile kendi üzerine çöker. Demir üzerinde basınç çok fazla olduğundan, demirin elektronları protonları ile birleşerek nötronları oluşturur. Bu işlem çok hızlı gerçekleşir ve aynı zamanda nötrino denilen parçacıklar salınır. Bu parçacıklar kırmızı süper bir deve dönüşmüş olan yıldızın dış katmanları üzerine dışa doğru bir kuvvet uygulayarak, yıldızın dış katmanlarının uzaya savrulmasına sebep olur. Bu hâdise 2. Tip Süpernova dediğimiz patlamadır.



Süpernova kalıntıları
Süpernova kalıntıları radyoaktiftir ve aslında süpernovanın verdiği ışığın büyük bir bölümü radyoaktiviteden dolayıdır. Ayrıca süpernova kalıntıları çok tesirli kozmik ışın kaynaklarıdır. Bu kalıntılar iki şekilde gözlemlenebilir: Proton ve elektronlardan oluşan yüksek enerjili parçacıklar yıldızlar arası gazla etkileştiklerinde, doğrudan gözlemlenebilen gama ışınları ortaya çıkar veya patlama ile ortaya çıkan yüksek hızlı elektronlar yıldızlar arası manyetik alanlarda hızlandıklarında dolaylı olarak gözlenen radyo dalgaları üretilir. Süpernova patlamalarında ağır elementlerce zengin olan ve sürekli genişleyen gazlar kalır. Patlama esnasında çevrede bulunan bol miktardaki nötron sebebiyle demirden daha ağır elementler de sentezlenir. Meydana gelen bütün bu zenginlik yıldızlar arası uzaya püskürtülür. Demir dâhil dünyada bulunan bütün ağır elementlerin süpernova patlaması ile Güneş Sistemi'ne dâhil olduğu düşünülmektedir. Hadid Sûresi'nde geçen "demiri de indirdik" beyanının, süpernova patlamaları ile uzaya dağılan demir ve diğer elementlere işaret ettiği düşünülebilir.



Güneş'in batıdan doğması 
Yakınımızdaki bir yıldız süpernova şeklinde patlarsa acaba ne olur? Gökyüzünde ikinci bir güneş ortaya çıkar. Isı ve ışık olarak Dünya'ya tesiri Güneş kadar veya daha fazla olan bir süpernova patlaması, yeryüzündeki dengeleri alt üst eder mi? Patlayan böyle bir yıldız batı taraflarında zuhur ederse bunu Güneş'in batıdan doğması şeklinde düşünebilir miyiz? Süpernovaların güçlü ışık kaynakları oldukları göz önüne alındığında, bize yakın gökte birkaç hafta boyunca beliren ikinci bir güneşin Dünya üzerindeki tesiri çok büyük olur. Öncelikle gece ve gündüz ortadan kalkar. Dünya'nın ısısı kısa sürede yaşayamayacağımız kadar artar. Buharlaşan okyanus ve denizler yeryüzünü tamamen kaplayacak sellere sebep olabilir. İki güneşin sebep olacağı yerel sıcaklık artışları şiddetli rüzgârları doğurabilir. Birkaç hafta sonra şiddetini kaybeden yıldızın kalıntısı gökyüzünü kızıl sahtiyan (Rahman, 37)* gibi kıpkırmızı yapabilir. Kısacası, Kıyamet âyetlerinde tasvir edilen durumlar yaşanabilir. Her şeyin doğrusunu Allah bilir. 



* Gök yarılıp kızıl sahtiyan gibi kıpkırmızı bir güle dönüştüğünde öyle müthiş işler olacak ki! (Suat Yıldırım)
Kaynaklar:
- Silk, Joseph; (Çev: Murat Alev), Evrenin Kısa Tarihi, TÜBİTAK popüler bilim kitapları, Ankara-Ağustos 2000
- Zeilik, Michael; Astronomy (The evolving Universe), John Wiley & Sons Inc., New york, 1994 (7th edition)
- Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur'ân Dili. 
- http://chandra.harvard.edu/press/01_releases press_011001.html 
- http://www.nasa.gov/mission_pages/chandra/multimedia/photo10-173.html 
- http://www.nasa.gov/mission_pages/chandra/multimedia/photo10-132.html 



Tarık Yıldızı süpernova olabilir mi?
Süpernova ile ilgili bilgiler, Tarık Sûresi'nin ilk âyetlerini hatırlatıyor: "Göğe ve "Tarık'a" kasem ederim. Tarık, bilir misin nedir? O pırıl pırıl parlayan bir yıldızdır." Geceyi delip parlayan bir yıldızın süpernova olması ihtimali her zaman vardır. Birinci ayetteki Târık ve üçüncü ayette geçen necm-i sâkıb kelimelerine Elmalılı Tefsiri'nde şu manâlar verilmiştir:



TARIK, "gece gelen", geceleyin gelip kapı çalan veya gönül hoplatan ziyaretçi manâsını ifade eder. Geceleyin ortaya çıkıp göze, gönüle çarpan her şeye, hatta hayalî görüntülere dahi târık denilmiştir. NECM-İ SÂKIB, "delen yıldız" demek olup ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi görünen her parlak yıldıza denir. Nitekim aynı manâ ile şihaplara yani kıvılcımlara veya akan yıldızlara da "sâkıb" denilir.
"Tarık, bilir misin nedir?" şeklinde bir sorunun İlâhî beyanda yer alması elbette Tarık'ın ehemmiyetini gözler önüne sermek içindir. Tarık Yıldızı diğer yıldızlar gibi gökte her zaman bulunsaydı, kimsenin dikkatini çekmezdi. Geceleri müşahede etiğimiz normal yıldızlar âniden parlamazlar. Ayette 'o pırıl pırıl parlayan bir yıldızdır' veya 'karanlığı delen yıldızdır' denmesi, onun diğerlerinden farklı olduğuna işaret etmektedir. Çok uzaklarda bulunan yıldızların ışıkları bize kolayca ulaşmaz. Fakat binlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız, süpernova şeklinde patlarsa ışığı elbette o kadar uzak mesafeleri delip bize parlak gözükecektir.



Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Doğumu:
Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) dünyayı teşrif ettikleri gece meydana gelen harikulâde hâdiselerdem biri de bir yıldızın doğmasıydı. Yıldızların hayat serencameleri göz önüne alındığında hiçbir yıldız birden ortaya çıkıp parlamaz. Milyonlarca yıllık bir değişim sürecinden sonra yavaş yavaş parlar. Efendimiz'in doğumunu müjdeleyen yıldız olarak kaynaklarımızda geçen hâdise bir süpernovanın o sabah görünmesi olabilir mi?
Resûl-i Zîşan'ın meşhur şâiri Hassan bin Sâbit (ra) anlatıyor: 



"Ben sekiz yaşlarında var yoktum. Bir sabah vakti, Yahudi'nin biri 'Hey Yahudiler!' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudiler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudi şöyle haykırıyordu: 
'Haberiniz olsun, Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu. Ahmed bu gece dünyaya geldi.'
İbni Sa'd'ın naklettiği konu ile ilgili bir rivâyette ise Mekke'de oturan bir Yahudi, Allah Resûlü'nün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu:



'Bu gece kabilenizde bir oğlan çocuk doğdu mu?'
Kureyşliler, 'bilmiyoruz' cevabını verince, adam sözlerine devam etti. 'Varın, gidin, soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'
Kureyşliler soruşturdular ve gelip Yahudi'ye haber verdiler: 



'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var.'
Yahudi gidip peygamberlik alâmetini gördü ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
'Peygamberlik artık İsrâiloğullarından gitti. Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır."
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/yildiz-patlamari-aralik-2012.html

Nefesten kanser teşhisi


Deneye imza atan ekibin başındaki Donato Altomare, araştırma sonuçlarının teşhis için nefes testinin kullanılabileceğine dair yeni kanıtlar sunduğunu belirtti. Soluk örneklerinin alınması için geliştirdikleri tekniğin çok basit olduğunu vurgulayan Altomare, tekniğin halen deney aşamasında olduğuna dikkati çekti.Tekniğin, gaz evreli kromatografi (bileşimli karışımlara uygulanabilen gelişmiş kimyasal ayırma ve analiz tekniği) kullanarak hastaların soluğundaki uçucu organik bileşenleri incelemeye dayalı olduğu açıklandı. Araştırmacılar, ''British Journal of Surgery '' dergisinde yayımlanan makalede, kanser e yakalanan kişilerde söz konusu bileşenlerin üretiminin değiştiğinin bilindiğini ancak bu mekanizmanın tam olarak anlaşılamadığını belirterek, bir adım ileri gittiklerini ifade etti.İlk aşamada Altomare ve ekibi, önce kolon kanseri ne yakalanan 37 hastanın, daha sonra 41 sağlıklı kişinin soluğundaki bu bileşenlerin profilini inceledi.İkinci aşamada bilim insanları, 15'i kansere yakalanan, 10'u sağlıklı 25 kişi üzerinde geliştirilen testin duyarlılığını denedi ve 19 kişide teşhisin doğru olduğunu gördü.Ekip, bir sonraki aşamada testin daha fazla hasta üzerinde deneneceğini bildirdi.Daha önce, ABD'nin California eyaletindeki bir şirket, hastanın verdiği soluk ile akciğer kanserinin teşhisi için ''elektronik burun'' geliştirdiğini açıklamıştı.                                                                http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Nefesten-kanser-teshisi-/896737/

29 Kasım 2012 Perşembe

Osmanlı'da Yabancı Okullar


Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş döneminde medreseler ve Enderûn Mektebi'nin hâricinde iki tür özel okul bulunmaktaydı. Bunların birincisi, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınan gayrimüslimler tarafından kurulan eğitim müesseseleriydi. İslâm hukukunun bazı prensiplerinden hareketle Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimler, din ve mezhep esasına göre "millet sistemi" hâlinde teşkilâtlandırılmış; dinlerini ve dillerini öğretebilecekleri pek çok okul açmışlardı. Gayrimüslimler, Tanzimat'tan (1839) sonra Osmanlı yüksek eğitim müesseselerine de kabul edilmeye başlanmış; bu durum onların devlet hizmetinde istihdam edilmelerine zemin hazırlamıştı.

Özel okulların ikinci grubunu ise, yabancılar/ecnebiler tarafından açılan "misyoner mektepleri" teşkil ediyordu. Bu tür okulların ilki 1535'te Kanunî Sultan Süleyman'ın Fransa Kralı 2. Françoise'ya verdiği hususî imtiyazlar (kapitülasyonlar) sonrasında kuruldu. Fransa'dan gelen Cizvitlerin 1583'te Galata'daki Saint Benoît Kilisesi'ne yerleşerek burada açtıkları mektep, Osmanlı topraklarında kurulan ilk ecnebî misyoner okulu oldu. Günümüzde varlığını "Saint Benoît Lisesi" olarak devam ettiren bu okulda, sadece Katolik akideleri öğretilmiyor; din eğitiminin yanında öğrencilere matematik, Fransızca, Grekçe, Lâtince ve sanat dersleri de veriliyordu. 17. yüzyılda İstanbul'da Fransızlar tarafından Saint Benoît benzeri iki okul daha kuruldu. 19. yüzyılda Fransız okullarının sayısı hızla arttı. St. Pierre (1824), Notre Dame de Sion Kız Lisesi (1839), Saint Joseph (1864), Saint Esprit (1871) bunlardan sadece birkaçıydı.

Amerikalı misyonerler de, Tanzimat'tan itibaren Osmanlı topraklarında çok sayıda okul açmaya başlamışlardı. 1863'te İstanbul'da açılan Protestan Robert Koleji'nin dışında Har­put, Mardin, Beyrut, Tar­sus, Kayseri, Antep, Mer­zifon gibi şehirlerde Amerikan kolejleri açıldı. Misyonerler, gayeleri doğrultusunda açtıkları yüksek eğitim kurumları için, bilhassa İstanbul'dan uzak vilâyetleri seçiyorlardı. Amerikalı misyonerlerin açtıkları Antep Tıp Mektebi, Beyrut Amerikan Üniversitesi (1867), Fransız­ların Beyrut'ta açtıkları Saint Joseph Katolik Tıp Mektebi bunlara örnek gösterilebilir. Sayıları hızla artan misyoner okulları, gayrimüslim ve Müslüman halkın çocuklarının bir arada eğitim görmesi için açılan Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi'nde (1868) olduğu gibi, Osmanlı mektepleriyle benzer programları takip etmiş ve böylece Müslüman talebeler için de cazip hâle getirilmek istenmiştir.

Yabancı okulları açan misyonerler, kendi ülkelerindeki kitapları aynen bu okullarda okutuyor ve hukukî sahada verilen kapitülasyonlar yüzünden Osmanlı Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) bunlara karışamıyordu. Hattâ okutulan kitaplarda Türkler aleyhine yazılar yer alıyordu. Okulların müdürleri genelde papazdı. Eğitim gören Müslüman talebeler de, Hristiyan talebeler gibi kiliseye götürülerek ibadete zorlanıyorlardı. Bu durum karşısında Osmanlı'nın aldığı tek tedbir ise, Müslüman talebelerin bu okullara gitmelerine engel olmaya çalışmaktı.

Üzülerek ifade etmek gerekir ki, gayrimüslimlere ait cemaat mektepleri de, misyonerler tarafından kurulan mektepler de, Osmanlı eğitim ve bilim hayatına katkı sağlamaktan çok, farklı bir sahada tesir meydana getirmiş; Osmanlı'nın aleyhine siyasî faaliyetlerin doğmasında ve imparatorluğun parçalanmasında önemli bir rol oynamıştır. Meselâ, Beyrut'taki misyoner okullarının, devletin bütünlüğü adına savunulan "Osmanlıcılık ve ittihâd-ı anâsır" (Osmanlı milletlerinin birliği) anlayışına karşı "Arap milliyetçiliği" cereyanının doğmasında ve Arapların Osmanlı'dan kopmalarında tesiri büyük olmuştur.

1867 yılında çıkarılan bir nizamnâme ile Osmanlı Devleti'nde bulunan yabancıların emlâk ve arazi edinme işlemleri düzenlenmiştir. Bu nizamnamede devletin, ya­bancılar tarafından a­çı­lan mekteplerdeki sistemi kontrol etme hakkı yoktur. Ancak iki yıl sonra çıkarılan Maarif Nizamnâmesi'yle gayrimüslimlerin ve yabancıların devlet sınırları içinde mektep açmaları belirli şartlara bağlanmıştır. Bu şartların en önemlisi "ihtiyaç" şartıdır. Mektep, ancak ihtiyaç duyulduğu takdirde açılacak; öncelikle ilgili mahalledeki gayrimüslim nüfusun durumuna bakılacak; arsa, okul binası, kurucu ve eğitim kadrosu ile alâkalı hususlar tespit edilecek, ondan sonra Maarif Nezareti'nden ruhsat talep edilecektir.

1876'da ilân edilen Kanun-i Esasi (Anayasa) ile gayrimüslim ahali "Osmanlı kimliği" altında toplanmak istenmiş; ama uygulamada beklenen netice elde edilememiştir. Bu durum yabancılara ve gayrimüslimlere ait okulların teftişinde de, birtakım boşluklar doğurmuş ve ilk defa 1886'da Maarif Nezareti bünyesinde bir müfettişlik kurulmuştur. 1893'te Zühdü Paşa tarafından Sultan 2. Abdülhamid'e takdim edilen raporda, şimdiye kadar bu okullar hakkında çıkarılan kanunlardan hiçbirinin tatbik edilemediği; bunun da hükümetin kayıtsızlığından kaynaklandığı belirtilmiş ve bu tespite örnek olarak da, o tarihte Osmanlı sınırları içinde bulunan 413'ü yabancı 4.547 okuldan 4.049'unun ruhsatsız olduğu ifade edilmiştir.

1895'te çıkarılan bir fermanla Rumeli ve Anadolu'daki rüştiye (ortaokul) derecesindeki gayrimüslim okullarına, masrafları devlete ait olmak üzere, Türkçe muallim tayini kararlaştırılmış; ancak bu ferman da başarılı bir şekilde tatbik edilememiştir. Avrupa devletleri, çeşitli misyoner grupları ve gayrimüslim teb'anın rûhânî reisleri, yabancı ve gayrimüslim mektepleri konusunda Osmanlı Devleti'ne karşı ortak tavır almıştır. Osmanlı'nın eski gücünü kaybettiği o günlerde Ortodoks Rumları, Ruslar; Katolik Ermenileri, Fransız ve Almanlar; Protestan Ermenileri, İngiliz ve Amerikalılar himaye etmiştir. Bu himaye yüzünden söz konusu okullarda, Türkçenin eğitim dili yapılması teşebbüsleri engellenmiştir. Bunun üzerine Maarif Nezâreti, son bir çare olarak, alınan diplomaların Osmanlı coğrafyasında geçerli olmasını Nezâret'in onayına bağlamıştır. Bakanlık, okullar üzerinde belli bir kontrol kurmaya çalışsa da, 2. Meşrutiyet'in ilânına kadar (1908) gerçek manâda bir denetim sağlanamamıştır. 1908'den sonra Maarif Nezâreti, konuyu tekrar ele almış; okullar üzerinde güçlü bir denetim kurmaya ve Türkçeyi mecburî ders olarak okutmaya çalışmıştır. Fakat bu teşebbüs de, tahmin edileceği üzere, azınlıklar ve Avrupa devletleri arasında ciddi bir tepki doğurmuştur. O tarihlerde yabancı okulların gayeleri hakkında İstanbul Alman Lisesi Müdürü Dr. Richart Pröyzer'in şu tespitleri meselenin vahametini ortaya koymaktadır: "Türkiye Abdülhamit'in istibdadına nihayet verdiği zaman muhtelif içtimaî sahalarda kaos içindeydi. Bu hâl bilhassa Maarif sahasında daha çok göze çarpıyordu. İlk mektepler, yok denecek kadar azdı. Tali mektepler de öyle bir vaziyette idiler ki çocuklarının tahsillerine ehemmiyet verenler ya hususî muallim tutmağa veya çocuklarını ecnebî mekteplerine göndermeye mecbur oluyorlardı. O zaman bu ecnebî mekteplerinde Türkçe tedrisatı çok elim bir vaziyette idi. Bu dersler birçok ecnebî mekteplerinde seçmeli idi. Şayanı hayrettir ki çocuklarını bu derslere iştirak ettirmeyenler, bizzat Türklerdi. Çünkü, Türkçe öğretmenleri de, Türkçe kitapları da yetersizdi. Abdülhamid devrinde bu mesele o kadar şayanı dikkat idi ki, kıraat (okuma) kitapları arasında Avrupa ders kitaplarının noktası noktasına Türkçeye çevrilmiş numuneleri vardı. Bu şartlar altında bir çocuğun kalbinde vatan hissi, vatan muhabbeti, yurt sevgisi ve millî duygu nasıl uyandırılabilirdi? Açık söyleyeyim ki, birçok ecnebî mektebi, ülkeye hizmet etmek gibi bir gaye taşımıyordu. Memleketin lisanı bile ihmal ediliyor, çocuğun gözü mektebin mensup olduğu memlekete çevrilerek, oranın körü körüne hayranı olmasına çalışılıyordu. Çocuklar ecnebî bir memleketin coğrafyasını öğrendikleri hâlde, kendi vatanlarına dair hiçbir şey bilmiyorlardı. Buna ilaveten bir başka kötülük de bu mekteplerde Müslüman çocuklarına yapılan dinî tesirler ve telkinlerdi. Bu tesirler, son derece muzır ve tehlikeli idi. Bu mekteplerin bazılarında Müslüman çocuklar, Hıristiyan ibadet ve dualarına, dinî merasimlere katılmak zorundaydı. Hatta bazen bu çocuklara kabahatlerini affettirmek için haç bile öptürüyorlardı. Fakat garibi şu ki bu öğrencilerin aileleri bu duruma vakıf oldukları halde hiçbir itirazda bulunmuyorlardı."

1911'de Osmanlı topraklarında yabancılara ait 10 yüksekokul, 46 idadî (lise) ve 1.450 ilkokulda 61.678 öğrenci okuyordu. Ayrıca Rumların 3.500, Ermenilerin 2.500 sayısına ulaşan farklı seviyelerdeki mekteplerinin olduğunu düşündüğümüzde bu meselenin önemi daha iyi anlaşılır. Aynı yıl hükümetin himayesinde kurulan bir komisyon, gayrimüslimlere ve yabancılara ait okulların bağımsız olmasını, ancak Türkçe öğrenimine önem verilmesini kararlaştırmış; fakat bu karar da, memleketin âdeta bir yangın yerine döndüğü Balkan savaşları dolayısıyla uygulanamamıştır. Zaten Balkan Savaşı sonrası geniş topraklar kaybedilmiş ve pek çok okul elden çıkmıştır. 1913'te mesele tekrar ele alınmış ve Türkçe öğretilmesi şartıyla, mahallî dil ile öğretim yapılmasına izin verilmiştir. Kısacası 1. Dünya Savaşı'na kadar bu okullar üzerinde gerçek bir denetim sağlanamamış ve eğitim eski tarz üzere devam etmiştir.
1914'te Cihan Harbi başlayınca askerî idare tarafından kapitülasyonlar kaldırılmış ve akabinde yabancılara verilen imtiyazlar lağvedilerek bütün azınlık ve ecnebî mektepleri, Maarif Nezâreti'ne bağlanmıştır. Yabancıların yeni okul açmaları yasaklanmış, azınlık okullarının açılması da bazı hususî şartlara bağlanmıştır. Ayrıca "Türkçe, Türkiye tarihi ve coğrafyası" gibi derslerin Türkçe olarak Türk muallimler tarafından verilmesi mecburî tutulmuştur. Osmanlı Devleti'nin aldığı bu kararlara savaş durumu sebebiyle itiraz edilmemiştir. Osmanlı'nın savaş sonrasında işgal edilen topraklarında bulunan okullar, kontrol dışı kalmıştır. Mondros Ateşkesi (1918) sonrasında Anadolu'nun pek çok şehri işgale uğramış ve ardından istiklâl mücadelesi başlamıştır. Millî Mücadele sonrasında 3 Mart 1924'te TBMM'nin çıkardığı "Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu" ile bütün okullar, Maarif Nezâreti'ne bağlanmıştır. 7 Şubat 1926 tarihli bir genelge ile de, "Yabancı okullarda Türkçe, Türk tarihi ve coğrafyası derslerini okutacak öğretmenlerin bakanlıkça tespit edileceği, bakanlığa bildirilecek isimlerin Türk ve milli duygu sahibi olmaları gerektiği" kararı alınmıştır. Bu genelgeye uymayan ve kayıtlarını Türkçe tutmayan okullara taviz verilmemiş; Türkçe dersinden geçmeyen öğrencinin sınıfını geçemeyeceği kararı alınmış ve Türkçe dersini kasten ihmal eden bütün okullar kapatılmıştır.
Osmanlı'nın son asrında açılan yabancı okulların, Türkiye'nin yakın tarihindeki rolleri ortaya çıktıkça, şaşırmamak mümkün değildir. Kendi dilimizi dahi ders olarak müfredat programına koydurtmakta çektiğimiz sıkıntılar, devletin içine düştüğü buhranı göstermesinin yanında, azınlıklar, misyonerler ve Batılı güçler arasındaki işbirliğinin derinliğini ortaya koyması bakımından da çok mânidardır. Bugün Türkçe giderek ehemmiyet kazanmakta ve geniş kitlelerin ilgi duyduğu dünya dillerinden biri olma yolunda ilerlemektedir. Günümüzde tarih ve şartlar değişmiş, milletimiz dünyanın dört bir bucağına okullar açmıştır. Fakat bu okullarda Türkçenin ve bilimin yanında, o ülkenin milli ve manevi değerlerine de saygı duyulmaktadır. Ayrıca bu okullarda, öğretmenlerin bir bölümü, o ülke öğretmenlerinden seçilmekte ve yine o ülkenin dili, sanatı, edebiyatı ve kültürü en iyi şekilde öğretilmeye çalışılmaktadır. Hattâ Türk Millî Marşı'yla birlikte, o ülkenin millî marşı da yüceltilmektedir. Bu okulların Osmanlı'daki misyoner okullarından en büyük farkı, şeffaf ve her türlü denetime açık olması ve evrensel değerlere dayalı bir eğitim vermesidir. Milletimiz bu açıdan da, dünya milletlerine örnek teşkil edebilecek durumdadır. 

Kaynaklar
- Necmettin Tozlu, "Kültür ve Eğitim Tarihimizde Yabancı Okullar", Akçağ, Ankara, 1991.
- Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, Eser Matbaası, İstanbul 1977.
- U. Kocabaşoğlu, "Kendi Belgeleriyle Anadolu'daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Amerikan Misyoner Okulları" Arba Yayınları, İstanbul, 1989
- M. Hidayet Vahapoğlu, "Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar", M.E.B. Yay., Ankara 1997.
- Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Feza Gazetecilik A.Ş. 1. Cilt, İstanbul, 1999.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/osmanlida-yabanci-okullar-aralik-2012.html

Vitamin Kullanan 50 Yaşının Üzerindeki Erkeklerde Kanser Riski Hafifçe Azalıyor


Vitamin Kullanan 50 Yaşının Üzerindeki Erkeklerde Kanser Riski Hafifçe Azalıyor
Yaklaşık 15 bin orta yaşlı ve yaşlı erkeğin 11 yıl süreyle takip edildiği bir çalışmada, multivitamin preparatı kullananlarda kanser riskinin % 8 azaldığı bulundu. Araştırma başladığında yaşları 50 ve üzerinde olan erkeklerin yarısı çalışma süresince vitamin kullanırken, yarısına plasebo (boş ilâç) verildi. Araştırma süresince vitamin kullananların 1.290'ında, plasebo kullananların ise 1.379'unda kanser ortaya çıktı. Her iki grupta da vakaların yaklaşık yarısı prostat kanseri idi; ancak vitaminin tesiri prostat kanseri riski üzerine değildi; diğer kanser türlerinde % 12 azalma meydana geldi.

Multivitamin kullanımının bu çok da fazla olmayan tesirinin neye bağlı olduğu, çalışma sadece orta yaşlı ve yaşlı erkeklerde yapıldığı için kadınlarda ve genç erkeklerde benzeri bir tesirin ortaya çıkıp çıkmadığı hâlen bilinmemektedir. Bazı ilâçları kullanan kişilerde K vitaminin kanamaya yol açabilmesi gibi istenmeyen durumlardan dolayı multivitamin kullanımının hekim takibi altında yapılması daha uygundur. (WebMD Health News 17.10.2012, InteliHealth 17.10.2012)

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/saglik-bilim-teknoloji-aralik-2012.html

24 Kasım 2012 Cumartesi

‘Çocuklara okumayı, tarih kitaplarıyla sevdirin’


Çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmada aileye çok büyük görevler düşüyor. İlk alışkanlıklarını ailede kazanan çocuğun, davranışlarını belirlemede en büyük etken anne-babanın davranışları oluyor.
Uzmanlar, bu durumun çocuğun okuma alışkanlığı kazanmasında da etkili olduğunu söylüyor. Çocuğa kitap alışkanlığı kazandırılırken tarihi, manevi ve kültürel değerlerin benimsetilmesi gerektiğini dile getiren Tarihçi-Yazar İsmail Çolak ise tarihi anlatan kitaplara ağırlık verilmesi gerektiğini ifade ediyor.
‘Kıtalara Sığmayan Osmanlı’ ve ‘Hikâyelerle Osmanlı Macerası’ adlı kitapların da yazarı İsmail Çolak, çocukların tarih kitapları okumadıkları zaman, geçmişte yaşanmış hadiselerden; bugününü ve yarınını inşa edecek dersler çıkaramadığını belirtiyor. İstanbul’daki Panorama 1453 Tarih Müzesi’nin benzerlerinin başka şehirlere de yapılması gerektiğini söyleyen Çolak, “Ebeveynler çocuklarının sağlam kaynaklar ve kitaplar edinmeleri, kendilerine ait bir kütüphane kurabilmeleri için imkân ve fırsat vermeliler. Her ay sevdikleri eserlerden kitap almaları için makul bir bütçe ayırmalılar.” diyor. AİLE SAĞLIK SERVİSİ
http://www.zaman.com.tr/aile-saglik/cocuklara-okumayi-tarih-kitaplariyla-sevdirin/2019127.html

23 Kasım 2012 Cuma

Çalışan kadınları bekleyen tehlike!

Dünya'da her yıl ortalama 15 milyon bebek prematüre doğuyor. Bunların 1 milyonuysa 1 yaşına gelemeden hayatını kaybediyor. Türkiye'de prematüre doğum oranı yüzde 12...

Geçmişte Türkiye'deki oran % 7'lerdeyken şimdi %12'ye yükselmesinin sebebiyse kadınların iş hayatında daha fazla yer almaya başlaması...

Erken doğan bebeklerde farklı sağlık sorunları çıkma ihtimali bulunuyor, o yüzden taburcu olduktan sonra da sürekli takip edilmeli...

17 Kasım Dünya Prematüre Günü. Kasım ayıysa Prematüre Farkındalık ayı. Bu kapsamda Boğaziçi Köprüsü 16-17 Kasım akşamıprematüre bebek lerin simgesi olan mor ışıkla aydınlatılacak...

Prematüre tetikleyen sebepler ne? Özellikle prematüre riski yüksek olan çalışan anneler neye dikkat etmeliler? İşte detaylar:
http://www.samanyoluhaber.com/saglik/Calisan-kadinlari-bekleyen-tehlike/883053/

8 Kasım 2012 Perşembe

Son 10 yılda 100 bin çift boşandı


Aile ve Sosyal Politikilar Genel Müdürü Ömer Bozoğlu, Türkiye'de son 10 yılda 100 bin çiftin boşandığını söyledi. Bozoğlu, her yıl ortalama 500 bin çiftin evlilik yapmasına karşılık boşanma oranlarının artış göstermesinin tedirginlik nedeni olduğunu belirtti.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü öncülüğünde 'Evlilik Öncesi Eğitim Programı' Erzurum'da başladı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Belediyeler Birliği işbirliğiyle, Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgesi'nden 200'e yakın pedagog, hukukçu, psikiyatrist, hemşire ve sosyal hizmet uzamının katılımıyla 'Evlilik Öncesi Eğitim Programı' Erzurum'da Xanadu Otel'de düzenlendi.
        Aile ve Sosyal Politikilar Genel Müdürü Ömer Bozoğlu, boşanmaların çoğunun aile içi şiddet ve aile içi şiddetli iletişimsizlik olduğunu dikkat çekti. Bozoğlu, "Araştırmalarımızda, evliliklerin bitirilmesindeşiddetli iletişimsizliğin önemli etken olduğunu gördük. Bunun için aile içi şiddetli iletişimsizliğin yönetilmesi ve çiftlerin huzurlu, mutlu bir evlilik sürdürebilmesi için bu eğitimleri başlattık." dedi.
        Ailenin, toplumun geleceği ve teminatı olduğunu hatırlatan Bozoğlu, isteyen çiftlere iletişim eğitimi vereceklerini ifade ederek, "Malasef yaşadığımız modern çağda aile değerleri değişime uğruyor ve aşınıyor. Bunun önüne geçmek, aile kurumunu sağlıklı tutmak için bakanlık olarak harekete geçtik. Aile içinde şiddet meydana gelmeden, eşler arasında iletişimin güçlenmesi için evlilik uzmanlarımız vatandaşlarımızın her zaman hizmetinde olacak." diye konuştu.
"AİLENİN ÖZÜ KORUNMALI"
Belediyeler Birliği Genel Sekreter Yardımcısı Cevdet Sekmen de ailenin, toplumun özü olduğunu ifade etti. Ailenin korunmasının, devletlerin ve milletlerin bekası için önemli olduğuna işaret eden Sekmen, aile müessesesinin, toplumun temel dinamiğini oluşturduğuna vurgu yaptı. Sekmen, aile yapısının bozulmadan korunmasının günümüzde önem taşıdığına işaret ederek, "Aile, toplumun özüdür. Bu özün tahribi toplumun tahribidir. Güçlü toplumlara bakıldığında, aile yapılarının sağlıklı ve sağlam olduğu görülür. Çünkü güçlü aile, toplumda geleceğe güven duygusunu artıyor." şeklinde konuştu.
"AİLE, YASALARLA TEMİNAT ALTINDA"
Erzurum Valisi Sebahattin Öztürk ise aile birliğinin korunmasının anayasa ile güvence altına alınmış olduğunu dile getirdi. Vali Öztürk, güçlü milletlerin aile yapısıyla övündüğünü kaydetti. Bugün ailede yaşanan sorunlara, geçmişin çözümleri ile yaklaşılamayacağına dikkat çeken Vali Öztürk, "Bugün ailede yaşanan sorunlara geçmişin çözümleri ile çözüm bulamayız. Toplum, modernleşiyor, zenginleşiyor bununla birlikte aile yapısında değişimler yaşanıyor. Ailede yaşanacak sorunlara psikolog, pedagog ve hukukçu ve din adamlarından destek alınmalı." şeklinde konuştu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

İlerleyen göz kuruluğu, görme kaybına yol açıyor


Gününün çoğunu ekran başında geçirenlerde göz kuruluğu riski olduğunu söyleyen Op. Dr. Melike Gedar, gözde yanma, batma, kızarma ve yorgunluk gibi belirtilerle ortaya çıkabilen hastalığın ilerlemesi durumunda görme kaybına yol açtığını kaydediyor.
Klima ve bilgisayarın göz kuruluğuna sebep olduğunu anlatan Gedar, “Adeta gözün kalkanı olan gözyaşının eksikliği, gözde uzun vadede ciddi problemlere hatta körlüğe gidebilecek durumlara yol açabilir. Bu sebeple ciddi olarak değerlendirilmesi ve tedavi edilmesi gerekir.” diyor. Cilt ve saçta olduğu gibi gözyaşı miktarının da yaşın ilerlemesiyle azaldığını belirten Gedar, “Göz kuruluğu kadınlar arasında, özellikle menopozdan sonra daha yaygın olarak görülüyor. Bulunulan odanın nem oranı artırılarak ve güneşli ortamlarda güneş gözlüğü kullanılarak göz kuruluğuna karşı tedbir alınabilir.” diyor.

28 Ekim 2012 Pazar

Tıbb-ı Nebevî'de Enfeksiyonlardan Korunma


Ancak mikroskopla görülen ve ölümcül hastalıklara yol açabilen mikroplara dâir bazı işaretleri, Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) beyanlarında görmekteyiz. Ebû Musa el-Eşari'den (r.a) rivayet edilen bir hadîste, Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ümmetimin yok olması kılıç ve taun iledir." buyurması üzerine, ashab sorar: "Ya Resulullah kılıcı biliyoruz; fakat taun nedir?" Efendimiz: "Gözden gizlilikte cin gibi olan düşmanlarımızın gizlice dürtmesidir. Bunların hepsinde de şehitlik sevabı vardır." buyurur. (Ebû Davud, Müsned)

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bulaşıcı hastalıklardan korunmada, vücut ve çevre temizliğinin yanında bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu bilgiler ışığında baktığımızda, mikroorganizmaları ilk tarif edenin, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğunu görürüz. O, vebanın, çıplak gözle görülemeyen zararlı bir âmili olduğunu, gizlice yayıldığını ve hastalığın yayılmasını önlemede karantina gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca O, bu tip mikropların insan vücuduna dışarıdan bulaştığını imâ ve işaret buyurmuşlardır. 

Esnerken ağzı kapatmak
Akciğer rahatsızlıkları, hava yoluyla bulaşan hastalıkların büyük çoğunluğunu teşkil etmektedir. Havada bulunan mikroplar, derin nefes alınınca bronşlara ve akciğerlere kadar inerek hastalık yapar. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizden biriniz esneyeceği zaman elini ağzına koysun; zîrâ zararlı şeyler ağzına girer." (Ebû Davud, Müslim, Müsned) buyurmuştur. Esneme sırasında havadaki mikropların bademcikleri geçerek hava keselerine kadar gitmemesi için ağzımızı kapatmamız lâzımdır. Böylece üst ve alt solunum yollarına hava yoluyla bulaşacak hastalıklara mâni oluruz.

Bulaşma mesafesi 
19. asırda havadaki toz zerreciklerinin ve mikroorganizmaların mikroskopla görülmesinden sonra, hasta ile sağlam kişiler arasına mesafe koyma anlayışı tıbbî kaideler içine girmiştir. Tıp tarihinde hastalar arasına mesafe koyma meselesine ilk defa Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Cüzzamlı hastadan yırtıcı hayvandan sakınır gibi sakınınız. Cüzzamlı kimse bir vadiye indiği zaman, siz başka bir vadiye ininiz. Cüzzamlı hastalara devamlı olarak bakmayınız. Onlarla konuştuğunuz zaman, sizinle onlar arasında bir veya iki mızrak boyu mesafe bulunsun." (Müsned, İbn-i Mâce, F. Kadir) mealindeki hadîs-i şerîfiyle dikkatleri çekmiştir. Bugün tıp otoriteleri bu mesafenin 70–80 cm'den az olmamasını tavsiye etmektedir. 

Karantina
Tarih boyunca insanları tehdit eden, toplu ölümlere sebep olan veba (taun), humma, sıtma ve çeşitli viral hastalıklardan milyonlarca kişi ölmüştür. Daha önceki yüzyıllarda başgösteren kitle salgınları her zaman dehşetle hatırlanır. Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bu husustaki sözlerine kulak verelim: "Bir yerde taun hastalığı olduğunu duyarsanız oraya gitmeyiniz. Eğer bir yerde taun hastalığı meydana gelmiş ve siz orada iseniz hastalıktan kaçmak maksadıyla çıkmayınız." "Taundan kaçan kimse savaştan kaçan kimse gibi günah işlemiş olur. Hâlbuki taunun çıktığı yerde sabredip durarak ölen kimseye şehit sevabı vardır." (Ebu Davud, Müsned) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), karantinayı tam mânâsı ile tarif etmiş ve yukarıdaki beyanlarıyla da uygulanılabilirliğini garantiye almıştır. Karantinadan kaçan kişiyi savaştan kaçan kimseye benzetmiş, savaştan kaçmanın neticelerini insanlara hatırlatmıştır. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hasta insanların hastalıklarını sağlamlara bulaştırmaması için karantinayı tavsiye ettiği gibi, hasta hayvanların sağlıklı hayvanların yanına getirilmesini de yasaklamıştır. Bir hadîs-i şerîflerinde "Hayvanlardan hasta olanlar, sahipleri tarafından sakın sağlıklı olanların yanına iletilmesin." (Buhari, Müslim, E.Davud, Müsned, Faik) buyurmuştur. Veba öldürücü ateşli salgın hastalıktır; taun, sıtma, kızamık, çiçek, aids ve daha sonraları açığa çıkacak salgın hastalıkların tamamına veba denilmektedir. Salgın hastalıkların hangisi olursa olsun Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Hastalığa yaklaşmakta tehlike vardır." (E. Davud) buyurmuştur.

Ellere vazife taksimi
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), sağ elini temizlik ve yemek. Sol elini istinca ve kirli şeyler için kullanırdı (E. Davud). Temizlik yaparken, başınızı, ağzınızı, burnunuzu, cildinizi kirletilmiş sol elle yıkarken, bilmeden temiz sahaları kirletmiş olursunuz ki, bu da sağlık prensiplerine aykırıdır. Tıp tarihi incelendiğinde, ellerimize vazife taksimi yapan tek ismin Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) olduğu anlaşılır. Bütün pis işlerde sol eli, temiz işlerde ise sağ eli kullanmayı tavsiye etmiştir. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) temizlenmesinde, taranmasında, ayakkabı giymesinde sağdan başlamayı severdi (Buhari, Müslim). Vücudun atıkları olan dışkı (gaita), idrar, balgam, ter, sümük gibi salgılara veya onların çıktığı organlara sol elle dokunmamız gerekir. Böylece vücudun temiz kısımlarına hastalık yapıcı mikroorganizmaları bulaştırmamış oluruz.

Aksırırken ağzı kapatmak
Üzeri açık bir kapla taşınan yiyeceğe, taşıyan kişinin öksürük ve aksırığıyla veya sinek, böcek ve hava yoluyla mikrop bulaşabilir. Ebû Hüreyre (ra): "Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) aksırdığı zaman elini ve elbisesinin bir parçasını ağzına kapatır ve sesini alçaltmaya çalışırdı." (Ebû Davud) demektedir. Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hareketi, çevrede bulunan insanları bulaşıcı hastalıklardan korumaya yönelik, İlâhî hikmetin gereği, bir nevî vahiyle kendisine ilhâm edilen mu'cizevî bir davranıştır.

Kapların üzerini örtmek
Yiyecek ve içecek kaplarının kapalı ve temiz olması da sağlık açısından çok mühimdir. Nitekim Peygamber Aleyhisselam: "(Akşam yatarken) kapıları kilitleyiniz. Su kırbalarının ağzını bağlayınız. Boş kapları ters çeviriniz! Dolu kapların üzerini örtünüz ve lâmbaları söndürünüz! Çünkü zararlı yaratıklar kilitli kapıyı açmaz. Bir de fare yok mu, insanların evlerini yakıp yıkar." (Buhari, Müslim, Müfred) buyurmuştur. O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) boş kapların ters çevrilmesini veya kapaklarının kapanmasını tavsiye etmesi, içlerine bir şey girmemesi içindir. Evde öksüren birisi varsa, açık kaplara mikrop bulaştırır. Ayrıca evcil hayvanlarla, sinek, böcek ve kemirgenlerle bakteri bulaşmasını engellemek için, yiyecek ve içecek kapları kapalı tutulmalıdır. 

Ağzı küçük kaplara ağzını dayayarak su içmemek
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kırba gibi kaplara bir kimsenin ağzını dayayarak içmesini de yasaklamıştır (Buhari, M.Aliyye, en-Nihâye, İbn-i Kayyim, Müsned). Su içen kişide, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonları varsa, bunu kaba veya içilen sıvıya bulaştırabilir.

İdrarı elbiseye bulaştırmama
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), elbiselerinin temizliğine çok dikkat ederdi. İdrar ve kan gibi mikropların kolayca üreyebileceği besiyerlerinin elbiselere bulaşmaması için ikazda bulunmuştur. Bir hadîs-i şerifte Efendimiz (sallalahü aleyhi ve sellem): "Sizden biriniz sahrada abdest yapacağı zaman idrarının kendi üzerine sıçramaması için yumuşak yer arasın." (Gümüşhanevî, Nesîmî) buyurmuştur. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), elbisesine idrar bulaşıp kirlenmesin diye, çok titizlik ve hassasiyet göstermiştir. 

Kanın toprağa gömülmesi
Mikroorganizmaların üremeleri için karbon kaynağı olarak polisakkarid, yağ, proteinler, azot, enzim, sülfür (koenzim ve protein yapısında), fosfor, oksijen, hidrojen, potasyum, mağnezyum ve demire ihtiyacı vardır. Kanda bunların hepsi bir arada bulunduğundan, kan, tıpta birçok besiyerini zenginleştirmek maksadıyla kullanılır. Besiyerindeki kan ile mikroplar daha kolay ve hızlı ürer. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kan aldırdı. Abdullah b. Zübeyr'e verdi. "Haydi, bu kanı alıp götür! İnsan, köpek, yırtıcı hayvan yalamaması için toprağa göm." buyurdu (Kübra Hâkim, Keşfül ummal, F. Kadir M. Aliye). Temizlik hassasiyetinin yanısıra, bu tavsiyedeki en önemli maksat, kanın mikropların üremesine uygun bir besiyeri olduğuna dikkat çekilmesi ve kanda bulunabilecek mikroorganizmaların hayvanlar yoluyla etrafa yayılmasının önlenmesidir.

Sümük ve balgamın kaybedilmesi
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Sizlerden biriniz mescide sümkürdüğünüz veya balgam çıkardığınız zaman onu kaybetsin, herhangi bir Müslüman'ın cildine ve elbisesine bulaştırıp zarar vermesin." buyurmuştur (Müslim, Buhari, Müsned, Nesai). Ayrıca O (sallallahü aleyhi ve sellem): Bir topluluğun önünde balgam çıkaran, onu avuçlarıyla gizlesin ve toprağa gömünceye kadar göstermesin (Buhari, Müfred, Müslim, Nesai), buyurarak çıkarılan balgam ve sümüğün toprağa gömülmesini tavsiye etmiştir. Sözkonusu toprak, insan ve hayvanların hiç uğramadığı sahalar olmalıdır. Sümük ve balgam içinde bulunan mikroorganizmaların, faydalı bakteri ve mantarlarla organik bileşiklere dönüştürülüp, zararsız hâle geleceği tek yer topraktır.

Bataklıkların kurutulması
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bataklıkların, sıtma başta olmak üzere bazı hastalıklara yol açmayacak duruma getirilmesi gerektiğini şu hadîse ile ifade etmiştir: Hz. Aişe Mekke'den Medine'ye geldiklerinde Medine, Arabistan mıntıkasının en hastalıklı yeri idi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Buthan vadisinin kurutulması için tavsiyelerde bulunmuştur (Buhari, Müslim, Dârimi, Mâce, K.Ummal, Ramuz, L. Ukul).

Mikropların barınaklarını toprağa gömmek
Hz. Aişe (ra) şöyle der: Peygamber Aleyhisselâm insan vücudundan ayrılan yedi şeyin toprağa gömülmesini emrederdi. Bunlar, saç, tırnak, akan kan, kadınların adet bezi, diş, pıhtılaşmış kan, kadının döl eşi (C. Sağir, F. Kadir, Kenz ül Ummal). Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kan ve kan pıhtısının, saç ve tırnakların insanlara hastalıkları bulaştırıcı ve açıkta bulunduğu zaman insan ve hayvanda hastalık yapıcı mikropların çoğalması için bir besiyeri olacağından, toprağa gömülmesi gerektiğini ilk tavsiye edendir.

Canlıların kullandığı sahaları kirletmemek
Her Müslüman evini temiz tuttuğu gibi, çevresini de temiz tutmalı, su kaynaklarını kirletmemelidir. Peygamberimiz çevre temizliğine gereken önemi vermiş, Müslümanlar da her zaman bu emir ve tavsiyelere uymaya hassasiyet göstermişlerdir. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): Ağaç altlarına, gölgeliklere, su membalarına, durgun sulara, yollara, hayvan yuvalarına ve hayvan barınaklarına idrar yapılmasını yasaklamıştır (Müslim, Buhari, E. Davud). Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında "Sakın lânete uğrayanlardan olmayınız." buyurunca, sahabeler, 'Bunlar kimlerdir?' diye sordular. Peygamberimiz de, "Herkesin gelip geçtiği yollara, gölgeliklere, su kenarlarına ve ağaçların altına abdest bozup kirletenlerdir." (Müslim, Mace, M. Zevaid, Faik) diye cevap verdi. Böylece O (sallallahü aleyhi ve sellem), ortak kullanım alanlarının tükürük, balgam, burun salgısı, idrar ve dışkı ile kirletenlerin dünya ve âhirette lânete uğrayacaklarını beyan buyurmuştur. O (sallallahü aleyhi ve sellem), insanlara zarar veren her şeyin bertaraf edilmesini istemiş ve bunu imanın şubelerinden biri saymıştır.

Hastalık bulaştıran hayvanların izole edilmesi
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke gibi devamlı haç ve umre vesilesiyle kalabalık insan toplulukların bulunduğu yerlerde, hastalık taşıyan hayvanların beslenmesini uygun görmemiştir. O (sallallahü aleyhi ve sellem), Av, çoban, ziraat köpeği dışında köpek edinmeyin buyurmuştur (Buhari, Müslim). 

Yiyeceklerin hastalık yapmayacak şekilde ıslâh edilmesi
Hayvanî gıdalar tam pişirilmeden kullanılınca gıda zehirlenmesi yapabilir. Tam pişirilmemiş deniz ürünleri, sindirim kanalı ve idrar atıkları, çiğ etli mamuller, hayvanlara dokunup elleri yıkamamak veya mikropların bulunduğu havayı solumak; tifo, enterokolit, zatürre, veba, mezenterik adenit, brucellozis, menenjit gibi hastalıklara yol açabilir. Bu hastalıklardan korunmak niçin Efendimiz'in buyurduğu gibi etlerin kokuşmayacak şekilde ıslâh edilmesi lazımdır. O (sallallahü aleyhi ve sellem) Veda Haccı'nda kurban kesildikten sonra "Ey Sevban! Şu etin kokuşmasını önleyip ıslah et." (Müslim, E.Davud, S.Kübra, K.Ummal) buyurmuştur. Benzer birçok hadîsten anlaşıldığına göre, çevre ve yiyecekler hayvan ve insan atıklarıyla kirletilmemeli, domuz eti yenilmemelidir. Binek hayvanın üzerine binildiğinde, elbise ve vücut yıkanmalıdır. 

Hamam, havuz gibi ortak kullanım alanlarına dikkat edilmesi
Hamam ve havuz gibi ortak kullanım alanlarına mantar hastalığı olanlar alınmamalı veya hastalığı olanlar buralara gitmemelidir. Mantarlar tedaviye dirençli hastalık yapar. Bunların tedavisi zordur. Hastalık tedavi edilse bile tekrar ortaya çıkabilir. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Arabistan'da hamam yoktu. Fakat O (sallallahü aleyhi ve sellem) gaybî olarak verdiği bir haberde şöyle buyurmaktadır: "Acem diyarı yakında sizin için fetholunacaktır. Orada hamam denilen evler bulacaksınız. Oraya erkekler peştamalsız girmesinler, kadınları da hasta veya doğum yapmış olmadıkça oraya girmekten men ediniz." (S.Kübra, İ. Mace, Bağdadi) Sağlam kadınların hastalık kapma riskinden dolayı, hamama girmesi sakıncalı bulunmuştur. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) erkeklerin hamama peştamalsız gitmemesi gerektiğini "Her kim Allaha ve ahiret gününe inanıyorsa, hamama peştamalsız girmesin." (Bağdadi, Nesai, Müsned) hadîsiyle ifade etmiştir. Ortak kullanım yerlerinde avret yerlerinin açılmasını, çirkin işlere yol açabileceğinden yasaklamıştır...
Dr. Arslan MAYDA

17 Ekim 2012 Çarşamba

Zilhicce ayının ilk 10 günü ile Rabb’inize yaklaşın!


Yapılan amellere 700 misli sevap verilen zilhicce günleri başlıyor. Ayette üzerine yemin edilen bu kutlu 10 gece için, Peygamber Efendimiz (sas) de tesbihi (Sübhanallah), tahmidi (Elhamdülillah), tehlili (Lâ ilâhe illâllah) ve tekbiri (Allah-u Ekber) çokça söylemeyi tavsiye ediyor.
Peygamber Efendimiz (sas)’in “Allah’a ibadet edilecek günler içinde Zilhicce’nin ilk on gününden daha sevimli günler yoktur.” dediği o günlere girmek üzereyiz. Kur’an-ı Kerim’de Fecr Sûresi’nin başında, “On geceye yemin olsun ki...” diye bahsedilen o günler bu yılki takvime göre 16 Ekim-25 Ekim tarihlerine denk geliyor. Kurban Bayramı’nın 1. gününe kadar sürecek bu kutlu zaman dilimini ibadetlere daha da özen göstererek değerlendirmek çok önemli.
    Maneviyata duyarlı sineler, hüzünle ayrıldığı Ramazan’ın ardından şevvalde altı gün oruçlarıyla hasret giderse de, zilhiccenin ilk on günüyle âdeta teselli bulur. Bir nevi Ramazan’ın devamı gibi olan bu günler, “Ramazan’ı hakkıyla ihya edebilseydim...” diye yanan sinelere muhteşem bir fırsattır. Allah (cc) Recep, Şaban, Ramazan ayları ve Regaip, Miraç, Berat, Kadir gecelerine, Zilhicce’nin ilk on gecesini ekleyerek kâmil insan olabilme adına bizlere bir kutlu zaman dilimini daha lütfediyor.
    İlahiyatçı yazar Dr. Selman Kuzu, “Zilhiccenin ilk 10 gecesi, bizim farkında olmadığımız fakat Rabb’imizin yemin ederek önemine dikkat çektiği gecelerdir.” dediği bu kutlu zamanları dua, tevbe ve istiğfar günleri olarak değerlendirmenin önemli olduğunu vurguluyor. Kuzu, “Hac günlerinin feyiz ve bereketinden istifade etmeli. Bu kutlu zaman diliminin bereketi sadece hacca gidenlere ait değil. Gidemeyenler de, Zilhicce’nin ilk on gecesini bulundukları coğrafyalarda değerlendirerek günahlarının affına kapı aralamalıdır.” diyor. İlahiyatçı yazar, Efendimiz’in (sas) de mümkünse bugünlerin oruçlu geçirilmesini tavsiye buyurduğunu ifade ederek, “Zilhicce’nin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihya etmek de Kadir Gecesi’ni ihya etmeye bedeldir.” hadis-i şerif’ini hatırlatıyor.

Bu on günü nasıl değerlendirebiliriz?
Her şeyden önce beş vakit namazı asla ihmal etmemeli; kuşluk, evvabin, teheccüd gibi nafile namazlarla da Allah’a yaklaşmalı.
Peygamber Efendimiz’in (sas) hiç terk etmediği Zilhicce’nin ilk on gün orucunu biz de kaçırmadan tutmaya gayret etmeliyiz.
Bu on gecede daha az uykuyla idare edip maç, dizi gibi televizyon programları ve internet gibi uğraşlarla bu kutlu vakitleri değerlendirmekten geri durmamalıyız. Zamanımızı Kur’an-ı Kerim okuyarak, tevbe istiğfar çekerek, evrad-ı ezkar ve dua ederek geçirmeye gayret etmeliyiz.
Bugünlerde sağlığımıza dikkat edip, ibadet ve evrad-ı ezkardan geri kalmamalıyız.
Eğer mesaiye bağlı bir işimiz yoksa bu on günü sanki i’tikafa girmiş gibi dolu dolu değerlendirmeli, bunun mümkün olmadığı durumlarda da izin ya da tatil günlerini oruç ve ibadetle geçirmeye gayret etmeliyiz.
Bu 10 günün özellikle arife gününe denk gelen 9. gününü bayramlık ve kurbanlık alışverişiyle zayi etmemek için, hazırlıklarımızı önceden yapmaya gayret etmeliyiz.
Bu kutlu zaman dilimlerinde kişiyi meşgul edecek misafirlik, yolculuk ve yorucu işlerden uzak durmalıyız.
Efendimiz’in de (sas) tavsiye buyurduğu gibi Sübhanallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illâllah ve Allah-u Ekber’i çokça söylemeliyiz.